31 Aralık 2012

Hoşçakal 2012

Bu sene benim için pek hareketli geçti, hatta dolu dolu diyeceğim. Geçen sene sonundaki safra kesesi ameliyatından yeni çıkmıştım, midemde birşeyler falan derken yılbaşı gecesi evde oturup tv ye takılmıştım, kendi güzel yemeklerimi yemiştim. yeni yıldan dileklerimi yazmıştım. Sonra kar kış, soğuk derken eski evimde ısınma sorunları, doğalgaz masrafları, can sıkıntısı giderek bunalıma girmekten son anda çarkedip ebru sergim için hazırlanmaya başlamıştım. 
Martta CKM de ebru sergisi açtım, bu olay beni gökten bir çuval para düşmüşcesine sevindirdi, acaip süpriz oldu ve kendi çapımda bir mucize gerçekleştirdim. Çok başarılı geçti, yeni insanlar tanıdım, yeni arkadaşlıklara yol açtı. Sonra radikal bir karar aldım ve artık ev, ortam, hatta şehir değiştirmeye karar verdim. Koli yapmaya başlayıp Mayıs sonu buralara taşındım. Yeni ev, yeni şehir, yeni hava, yeni çevre, yeni arkadaşlar derken yaz, sonbahar bir çırpıda geçti gitti. Şimdi jeton düşmeye başladı ve neler yaptığıma kendim bile şaşıyorum. Aferim bana, ne iyi etmişim, şimdi yine küçük şirin bir evim var, hep yanımda olan birisi var, önümde mandalina ağaçları, ileride deniz var. Elimi uzatsam dağlar, bacağımı uzatsam sular, ılık hava, güneş var. Yeni yerler keşfetmek var, her an bir şey öğrenmek var, daha fazla sabır etmek var, bazen kendi başına kalıp düşünmek, bazen kalabalığa karışmak var. Ama daha az soğuk var, daha çok insan var. 
İnekten sağıldıktan bir saat sonra eve gelen süt var, dün tavukta bugün bende yumurtalar var, her an her yerde balık var, pazarda otlar, pastahanede otlu börekler, poğaçalar var, dolayısiyle bende kilolar var. Acaip yağmurlar var, öyle böyle değil fırtınalar var. Hala balkonda sardunyalar var, kırmızı pembe açıyorlar.
Çok şükür Allahım, çok teşekkürler, bugünleri de gördüm. Bugün hava sıcaklığı 17-18 derece idi, balkonda güneşte kemiklerimi ısıttım, şimdi hazırlanacağım ve yılbaşı gecesi için çıkacağız. Güle güle 2012 bana hem zor hem iyi geldin, uzun zaman anacağım hatıralar yaşattın, bana çoookkk şey kattın, inşallah bu günleri aramam, daha güzellerini yaşarım.

1 Aralık 2012

Lodos



Ankara'dan İstanbul'a taşındığımız zaman, tatillerde yazdan yaza geldiğimiz zaman haşır neşir olduğumuz, sonra uzun aylar boyunca hasretini çektiğim denizi her an görmek, kıyısına gitmek artık çok kolaylaşmıştı. Erenköy 'de oturuyorduk ve evden Bağdat caddesine kadar yürümek oradan da denizin dibine kadar gitmek çok basit idi.  Şimdiki gibi sahil doldurulmamıştı, caddeden denize doğru yürüdün mü birkaç çıkmaz sokak vardı orada denize ayağını sokardın neredeyse. Bazı sokakların sonunda salaş çay bahçeleri vardı, denizin dibinde oturup su akar deli bakar misali denizi seyrederdim. O zamanlar rüzgarlarla da yakinen tanışma fırsatım olmuştu, hangi yönden esene ne ad verilir, öyle eserse deniz nasıl olur, hava nasıl olur gibi bilgileri öğrenmeye başlamıştım. Ankara'da esmeyen rüzgarlar eserdi deniz memleketinde. Lodos gibi mesela, sahile vuran dalgaları seyretmek çok hoşuma giderdi, hem azıcık ürkerdim hem de bayılırdım. Lodos estiğini hissedince kız kardeşimle beraber çay bahçesine koşar, denizi, dalgaları yakından seyretmeye dalardık. Tam kara ikliminden gelme denize hasret kızlardık Sonraları işe başlayınca lodos yüzünden işlemeyen vapurlar sayesinde işe gidemediğim günler oldu. Daha daha sonra lodosu çok sevmemeye başladım çünkü her seferinde migrenim tutuyor acaip baş ağrısı çekiyordum. Migrenim tutunca da dünyam kararıyordu bir de lodos havalarda sarhoş gibi bir tuhaf  haller oluyordum. Hani Orhan Veli "beni bu havalar mahvetti" diyordu ya, beni de lodos mahvetmişti, bu rüzgar bünyeye yabancı, uyum sağlamam epey uzun sürdü. Şimdi burada yine lodos fırtınası yaşıyoruz. Saatte 70 - 80 km esiyormuş ama biz kuzeyde olduğumuz için deniz kenarına gidince kabaran dalgaları göremiyoruz, aksine deniz dümdüz ve çok sakin, sadece karada hava feci esiyor, ağaçlar, çiçekler yerlere yatıyor, benim balkondaki sandalye, saksı gibi şeyler uçuyor. Sabah gazete almaya giderken bir ara sürüklendim sanki ama sıcaklık 20 derece. Neyse migren hafif geçiyor, kendimi değişik şeylerle oyalıyorum. Yarın feci sağanak geliyormuş, sulanacağız, hadi bakalım hayırlısı.   

Zeki Müren Müzesi

Doğduğumdan beri hayatımızda olan,  annemin çok severek hem sahnede hem plaklarında, radyoda dinlediği, ailece sesine bayıldığımız, benim de büyüdükçe Türk Sanat Müziğini sevmeye başladıkça fark ettiğim, şarkı sözlerini tane tane söylediği için dinlerken anladığım ve hatta bazı bestelerine halâ aşık olduğum, hayattaki duruşunu çok sonraları anladığım, gerçekten büyük sanatçı olduğunu bir kere daha gözlemlediğim Zeki Müren'in Bodrum'daki müzeye dönüştürülen evini gezmeye gittik. Evin konumu, manzarası yeri şahane. Ne çok isterdim onunla komşu olmayı evine ziyarete gitmeyi, terasında oturup karşılıklı kahve içmeyi. Kocaman bir ev, iki katlı, ferah geniş odalar, antre, mutfak, bahçe, balkon derken harika bir ev. Bütün odalar, bazıları bu evinde yaşarken kullandığı, bazıları İstanbul'daki evinden getirilmiş eşyalarla döşeli, çoğu şey onun bıraktığı gibi muhafaza edilmiş. Kostümleri, ayakkabıları, takıları, özel eşyaları camlı dolaplarda sergileniyor, ev eşyaları benim çocukluk, genç kızlık dönemlerinden kalma (Ankara günlerimi anımsattı), sanki zamanda yolculuğa çıkıyorsunuz. Bütün ihtişamlı hayatına rağmen ne kadar mütevazi, ne kadar sade eşyalar. Çok havalı Buick marka otomobili de bahçedeki camekanlı garajda sergileniyor.
Ben onu sahnede seyredemedim, buna hep dertlenirdim, benim gidebileceğim zaman o sahneleri bırakmıştı, burayı gezince daha da çok dertlendim. Sadece yılbaşında büyük sükseyle çıktığı tv programlarından veya İzmir fuarına çıkacağı veya sahnelerde yeni programa başlayacağı zaman basına yansıyan haberlerinden izlerdik ve o programlarda bu sefer ne giyecek, nasıl bir orjinallik yapacak diye merakla takip ederdik. Ama burada o kostümleri yakından görünce aklım çıktı, o devirde bu kostümleri çizip tasarlamak, diktirmek, işlemelerini yaptırmak ve onları sahnede giymek, o renkler, desenler, aksesuarlar, ayakkabılar (meşhur apartman topuklular) hepsi bir alem ve başka dünyadan gelme gibiler. O yıllarda halkın onu büyük bir sevgi ve saygıyla dinlemesi, sevmesi, takdir etmesi, bağrına basması, ödüllere boğması, hayranlarının gazino kapılarında izdihama yol açmaları boşuna değilmiş daha iyi anladım. Belki tenkit edenler de az değildi ama her zaman onu olduğu gibi kabul ettiler, hiçbir zaman toplum dışına itilmedi. Bir an bugün geldiğimiz noktada buna inanmak bana bile zor geldi. Bu zamanda olsaydı nasıl olurdu ???
Hele sanatçı tarafı, çizdiği desenler, hepsine ayrı isimler vermiş, bazılarını kostümlerinde kullanmış, bazıları tablo gibi. Gerçekten büyük sanatçıymış, acaba gereken ihtimamı gösterdik mi, hakkını ödedik mi diye düşünmeden edemiyorum. Yazın bu müzeye günde 700 kişi geliyormuş, inşallah hep böyle olur ve yıllarca devam eder, unutmayız. Yolu buralara düşenler burayı gezmeyi sakın ihmal etmesinler.  

1 Kasım 2012

Kedim BAL

Birkaç sene önce bugünleri bana anlatsalar, bu fotoları 
gösterseler katiyen inanmaz hatta çok kesin itiraz ederdim.Ben çocukluğumdan beri kediden korkarım, hele evvelden kedi ile aynı odada bile bulunamazdım. Kedisi olan arkadaşlarımın evine gidince kedi başka odaya alınırdı. Son birkaç senedir kendimi eğitmeye, kedilere alışmaya başladım. Hala elime alamam, tutamam, sadece başlarının üstünü cici cici yaparak severim o kadar. Ama burada arkadaşımın evinin önüne gelen bir kedi var ki beni aşık etti kendine. Sessizce gelişi gidişi, bir kere bile miyav dememesi, açlıktan ölse bile sabırla mama verilmesini bekleyişi, hiç sırnaşıklık yapmaması, açıkgöz kedilerin gelip onun önüne geçerek mamasını yemesine bile sessizce bakması, hiç yalakalık yapmaması, bakışı, ön patilerini teker teker kaldırıp kıvırarak beklemesi, mama yedikten sonra gırlaması, yumuşak paspasın üzerinde yuvarlanması, keyifle bacaklarıma sürünmesi beni mest ediyor. 3 ay bu kediye balık, peynir, yoğurt, köfte, artık ne yersek verdim, sonra gidip kuru mama, yaş mama almaya başladık. Sabah geldi gitti, akşam geldi bazen paspasın üzerinde yattı, bazen gitti. Sonunda nüfusuma geçirmeye karar verdim. Aldık veterinere götürdük, tüm aşıları yapıldı, pasaportu çıktı, 3,5 yaşında, erkek, sarman melezi, 6,5 kg adı Bal, annesi ben. Hala çene altını azıcık, başını azıcık seviyorum, göz göze konuşuyoruz beni dinliyor, çok utangaç başını hemen eğer, gözlerime dik dik bakamaz, gırlar, sürünür. Şimdilerde çevre evlerde oturan bir yazlıkçı eve almış bakıyormuş diye duydum, pek üzgünüm epeydir görmüyorum ama o yazlıkçı evine dönecek, kedi kışın bana kalacak. Sanmayın ki evin içine alacağım, hiç düşünmüyorum ama bahçeye ona layık bir yer yapacağım. Kim derdi ki ben bu hallere gelicem, valla kendim bile inanamıyorum. Bu kedi Nisan ayından beri benim dikkatimi çeken bu sayfalarda daha önce de şaşkınlıkla söz ettiğim kedidir. Şimdi hatırladım, nisan ayında ilk onu yazmışım.


Mandalina Zamanı

3 Eylül 2012

Balkondaki misafirler ve Mehtap

Hemen hemen bir ay kadar oluyor, evin içinde koyacak yer bulamadığım için balkonda duran büyükçe bir kolinin içine koyduğum tamir çantasından bir şey almam icap etti. Üzerindeki örtüyü kaldırıp alet çantasını açana kadar bir sürü arı sardı ortalığı, nereden geldi bunlar savulun diyene kadar bir tanesi dizimden soktu bile. Ulan şimdi sırası mı, işim var, seninle mi uğraşacağım, bu ne arısı, benim alerjim var mıydı, bal arısı mı, eşşek arısı mı, kolonya, buz basalım şişmesin gibi işlemlerden ve hallerden sonra kendime gelip şu kutuya bir daha baksam dedim. Aynen fotoda gördüğünüz gibi arılar kolinin iç duvarına iki adet petek yapmışlar. Bir tane petek boş duruyor, diğerinin üzerinde her zaman 5-6 arı var, ben olan bitenden habersiz örtüyü açınca petekleri bozacağım zannettiler herhalde, can havliyle ortalığa yayılıp beni de bir güzel soktular, vay sen misin bizim keyfimize dokunan. Ben nebileyim oraya ne zaman geldiniz, ne yapıyorsunuz. Acaba bunlar bal mı yapıyorlar, hazır petek yapılmış bal damlayacak herhalde dedim ama alakası yok, bunlar bal arısı değilmiş, hatta dizimden soktuğu için kurtulmuşum, boynumdan veya damara yakın bir yerden sokarlarsa öbür tarafa gidebilirmişim, alerji olup olmamak şart değilmiş. Şimdi halen yerlerinde duruyorlar, bir arkadaşın görüşüne göre üzerlerine sheltox sıkılacak ve oradan atılacaklarmış. Bekliyorum hangi babayiğit üzerlerine sheltox sıkacak diye. Ben katiyen sıkamıyacağım, sıkarlarken de evde olmayacağım. Şimdi dua ediyorum tamir çantası gerekli olmasın diye, onlar orada ben evde yaşayıp gidiyoruz işte. O bölgede temizlik de olamıyor tabi, hani havalar soğuyunca kendiliklerinden çekip gitseler diyorum. 
Son olarak da arkamdaki kayaların üzerinden doğan mehtabın manzarası harika oluyormuş, dün akşam yakaladım, kayda geçsin istedim.

İncir, Mandalina, Bostan

Evimin önündeki bahçede mandalinalar büyüdüler ama hala yeşiller, hani böyle yeşil haldeyken dilimleyip içkiye veya limonataya katıyorsun falan pek güzel oluyor. Sabırsızlıkla sararıp kızarmalarını bekliyorum, ne hoş bir manzara olacak kimbilir. Yan bahçedeki incirler de büyüdü olgunlaştı hatta çatladılar ama çok yüksekte duruyorlar toplayamıyorum. Bir sabah ağaca merdiven dayayacağım bakalım yetişebilecekmiyim. Hem sarı incirler var hem kara incirler, pek severim. Yandaki komşu evin özenle dikip baktığı ve büyüttüğü bostandan bana da kabak, patlıcan, biber, domates, salatalık düşüyor, pek güzel oluyor, seneye darısı başıma inşallah. İşte burada böyle bir yaşantı var, hani çalışırken hayali kurulan, emekli olunca böyle yapacağım denilen, ahh bir bahçem olsa şöyle böyle diye planlar yapılan. Çok şükür bana bunların hepsi bir hediye gibi geldi, fazla çaba göstermeden, çok plan program yapmadan, fazla beklentiye girmeden, zamanla olur şart değil, hele bir bakalım diye söylerken. Şimdi bakıyorum da hepsi önüme konmuş, etrafıma serpiştirilmiş, beni de bu ortama sokmuş. Ne ben bunların farkındaydım, ne de onlar benim farkımdaydılar. Galiba  artık farkediyoruz birbirimizi. Ben bir gayretle balkondaki sardunyaları öldürmemeye çalışıyorum, çok sıcaklarda bayıldılar, yandılar, şimdi toparlanıyorlar. Ama begonviller için ne kadar çaba sarfetsem olamıyor,  bir dönem öldüler, sonra yenileri geldi, şimdi onlar da soldular ama yeniden canlanacaklar bekliyorum. Taktım begonvillere, böyle olurlarmış, önce yerlerini şaşarlarmış, bir dönem dökülürlermiş, sonra yeniden açarlarmış, inşallah bekliyorum.   

Eylül

Ben buraya gelişimin 3. ayını bitirdim, yani hanyayı, konyayı öğrenmeye çalışalı henüz 3 ay oldu. Laylay lom devam ediyor, tatil havası yaşıyorum, az çok kendi başıma gidip gelecek yerleri öğrendim, daha fazlası ihtiyaç halinde öğrenilecek, zamana yayıyorum. Çarşı pazar tamamdır, hatta pazarda belli pazarcıları belleyip hep onlara gitmek gibi huylar de edindim. Evin bahçesinde, alt kattaki komşuların yardım severliği sayesinde dört adet yavru kedi cirit atıyor, her biri başka renk ve tipte oldukları gibi balkondan izlediğim kadarıyla huyları da farklı. Uzaktan olsun ben de kedi sevmeye gayret edeyim derken, arkadaşımın evinin bahçesine gelen iki adet kediyi isim verip ( Bal ve Badem) evlat edinip bağrıma basarken, benim evin bahçesi kedi çiftliği oldu. Ama burada zaten her yer hayvanat bahçesi konsepti şeklinde. Yandaki evde kocaman bir köpek var, çoğu geceler uyku haram, devamlı zincire bağlı hayvan bunalımda bence,  içim acıyor. Bir gece zincirini açıp hayvanı özgürlüğüne kavuştursam gider mi yoksa kalır mı diye merak ediyorum. Ne gezdirmek, ne koşturmak, sahipleri de bir hoş, hayvan hep bağlı, gece gündüz 3 metre zincir boyunca gidip geliyor. Önümdeki mandalina ağaçları dolu bahçeye ara sıra geceleri yaban domuzları (bakınız aynen resimdeki gibiler) geliyor, sürü halinde, dün akşam fener ışığında 6-7 tane saydım, homur homur sesler çıkarıyorlar, onu duyan etrafdaki bütün köpekler uluma ile havlama karışımı senfoniye başlıyorlar. Civar evlerin bahçelerinde horozlar, tavuklar var, horozlar bazen saatleri şaşırıyorlar, gece yarısı falan ötüyorlar veya öğle vakti aşka geliyorlar niyese. Ama inekler baş tacımız, hemen hemen her bahçede var, ara sıra dışkı kokuları balkon keyfimize keyif katıyor, ama sesleri de bir o kadar köy havası yaratıyor. Onlar olmasa o mis gibi sütleri nasıl bulur da yoğurt veya sütlaç yaparım dimi ama. Kıymetini bil, böyük şehirlerde böyle şeylere hasret yaşıyor millet. Eylülde gel şarkısı eşliğinde gidiyoruz işte. Bayram bitti, okullar açılacak, yazlıkçılar dönüyorlar galiba, bir tenhalaşma bir sakinleşme göze çarpıyor sanki. Buradaki yerlilerin dediği gibi şu yabancılar gitse de biz hayatımızı yaşasak, bakalım göreceğiz nasıl yaşanıyormuş.


Manzara

Yine hoş manzaralar görünce, fotoları çekince yazmadan, buraya koymadan edemiyorum. Belki benzerleri veya değişik açıdan çekilmişleri doludur burada, ama olsun, yine kayda geçsin, yine bakalım, yine bu anları yaşayalım istedim. Artık güneş kavurmuyor ama hala yakıyor, deniz şerbet gibi, zaten hep öyleydi, rüzgar hafifledi, yavaşladı diyelim. Fırtına gibiydi bazen bıktırdı off dedik, bazen iyi ki esiyor dedik ama şimdi artık kararınca esiyor sanki veya kararınca essin yani. Daha güzel manzaralara doğru.


Mimoza

Her sene yaz mevsimi gelince, gazetelerin çoğu köşe yazarları illa bir Bodrum yaparlar, ya bayrama denk gelir, ya baharda gelirler, ya özellikle tatile gelirler ama illa gelirler. Sonra da illa Gümüşlük'e giderler. Hani yazar çizerler,  sinemacı, tiyatrocu gibi sanatçılar, esas Bodrum' u sevenler, esas rakı + balık yapmak isteyenler illa oraya giderler ya. Halbuki başka semtlerde de harika rakı + balık yapılacak yerler var, oralarda da denizin dibinde restoranlar var, oralarda da güneş nefis batıyor falan filan. Sonracıma Gümüşlük'de de illa Mimoza'ya giderler. Halbuki aynı sırada başka bir sürü deniz dibi restoran olmasına rağmen, en fiyakalısı, en gösterişlisi ve gerçekten de duruşu, görünüşü, havası ile en hoş olanı Mimoza, hem de en pahalısı. Ama şimdi dekorasyon için onları kutlamak lazım. Denizin dibinde, yolun sonunda, masası, örtüsü, çiçeği, mumları, etraftaki ağaçları beyaza boyayıp üzerine hoş süsler asması ile ve de her şeyi beyaz yapması ile farkını ortaya koyuyor, dikkat çekiyor ve ambiyansı insanları tavlıyor. Akşamüstü gün batarken başka, gece ışıklar yanınca başka havada ve çok güzel bir yer. Bizim köşe yazarları da illa gelip bir tek atarlar, güzel balıklar yerler, dünyayı kurtarırlar ve sonra köşelerinde yazarlar. Sanki her sene mutat böyle oluyor bu. Bu sene ben de bizzat gittim gördüm ve yazdım. Hiç kusur kalır mıyım ???

Yaprak sarma

Burada yani Ege'de zeytinyağlı yaprak sarma benim bildiğimden değişik yapılıyormuş. Bodrum'daki bir plajın restoranında denk geldiğim hanımları seyrettim, sordum, onlarla konuşup öğrendim. İçine ne dolma fıstığı, kuş üzümü koyuyorlar, ne tarçın, dolma baharı konuluyor, ne de içini önceden pişiriyorlar. Hepsi çiğden, pirinç, domates, belki maydanoz, yağ ve tazecik asma yaprağı, hepsi o kadar. Bütün kadınlar, ev halkı, konu komşu, kim varsa toplaşıp oturuyorlar ve gerçekten benim küçük parmağım kadar incelikte ve küçüklükte sarıyorlar. İçler yaprakla beraber pişiyor, tadı fena değil, tabakta sunum gayet hoş, hele böyle sararlarken seyrederseniz, ne sabır, ne marifet, nasıl böyle kalem gibi diyorsun, ellerinize sağlık diyorum. Amaaaa ben yine de bizim usul fıstıklı, üzümlü, baharatlı dolma içini tercih ederim. İster patlıcan, biber doldur, ister yaprak sar, önceden pişmiş olduğu için sararken veya doldururken de bir kaşık ağzıma atmayı çok severim. Üşenmesem de otursam şu mevsim bitmeden bir zeytinyağlı patlıcan, biber dolması yapsam.

11 Temmuz 2012

Gümüşlük (Myndos)

Myndos, Bodrum yarımadasının batı ucunda, Bozdağın üzerinde kurulmuş. Myndos sözcüğü etimoloji yönünden incelendiğinde “Ana Tanrıça’ya Tapınma” anlamına gelirmiş. Ayrıca Herodotos’da da bir ilk çağ kenti olarak ismi geçermiş. Myndos’un arkasındaki tepelerde, uzun burnun ucunda gümüş ocakları bulunuyormuştu, daha sonra buraya verilen Gümüşlük ismi bu maden ocaklarından kaynaklanıyormuş.
Tarihi bilgi olarak bunları okudum, ismi nereden geliyor buldum.
Her Bodrum'a gelenin bir kere de olsa Gümüşlük'e gitmeden burada bir rakı+balık yapmadan dönmediğini düşündüğüm, hemen hemen bütün köşe yazarlarının birçok kere bahsettiği güzelim koy, belde burası. Gün batımı manzarası harikaymış, (bence her koydan gün batımı ayrı bir şahane manzara) akşam sahilde suyun içinde masalarda balık yemek şöyleymiş, gündüz deniz güneş böyleymiş, şirin küçük sahil beldesiymiş, sanatçılar, enteller!! daha çok buraya gelirlermiş ve daha nicelerini duydum, dinledim. 
Bir sefer mayısta şöyle bir uğramıştık, iskelenin kenarındaki bir kafede oturup çay keyfi yapmıştık. Daha tenhaydı, denize girenler azdı. Sonra geçen akşam Gümüşlük Klasik Müzik Festivali kapsamında sergilenen Alman bir grubun "Carmina Burana" balesine gittik. Eski bir kilisenin bahçesine sandalyeler koymuşlar, bahçeden uzak bir binanın üzerini de sahne yapmışlar, orada sergilediler ama kilise bahçesi düz arazi, sandalyeleri koyunca sahne aşağıda kalıyor, önden yer kapanlar iyi seyretti de bizim gibi arkaya kalanlar sandalyenin üzerine çıkarak ayakta seyretti. Olsun güzeldi yine, değişiklik oldu öğrenmiş oldum. Bundan sonraki, jazz veya klasik konserler için hoş bir atmosfer, hafif ışıklarla aydınlatılıyor, müzik olunca sahneyi görmeden de dinlemek mümkün, ama görsel sanatlar için yerleştirme düzeni ile ilgili bir şeyler yapmaları lazım. Sıcak yaz gecelerinde böyle sanatsal etkinliklerde bulunmak benim için büyük nimet. Festival 5 Tem. - 7 Eylül arası duyurulur.
En enteresanı da kilisenin bir tarihçesini bulamamış olmam ve kiliseyi görünce hayal kırıklığına uğramam. İç duvarları sanki alçı ile veya kireç boyayla kaplanmış, hiçbir şekil, figür, resim, ikon, tarihi kalıntı hiçbirşey yok. Sadece dış duvarlar var, hangi zamandan kalma, ne kilisesi, iç duvarlarına ne oldu böyle, kim yaptı bu hale getirdi, şaştım.
Ertesi gün denizini keşfetmeye gittik. Bu sıralar hava çok sıcak ama aynı oranda da rüzgar var, bizim buralarda deniz dalgalı, bazen dayak yemiş gibi oluyorsun denize girerken çıkarken falan. Gümüşlük kapalı bir koy, yarımada ama karşısında karadan kopan parça ada gibi duruyor ve denizden oraya insanlar paçaları sıvayıp yürüyerek gidip geliyor. Orada halen kazı çalışmaları yapıldığı için adaya çıkmak yasak, tellerle çevrelenmiş kazı alanı diye ilanlar asılmış. Deniz mis gibi dalga yok, yüz yüzebildiğin kadar, ama sahilden girerken taşlı alan hemen yosuna dönüşüyor ve her yer yosun, dibi göremiyorsun. Allahtan çok uzun değiller de ayaklarına dolanmıyor, yoksa benim yüzeceğim yer değil. Ya taş, ya da kum, dibi göreyim. Sahil boyunca restoranlar, oteller, çay bahçeleri insanları ağırlıyor. Masada otur önündeki şezlongda yat, sonra denize gir, akşam çıkınca arkadaki masada yemek ye, beşi bir yerde sanki. El sanatlarının sergilendiği küçük dükkanlar, incik boncuk, deri eşyalar, tekstil malzemeleri, ne ararsan var. Gün boyu güzel vakit geçirdik, sonra bira kalamar, patates kızartması yaptık. Ama gece eve dönerken yol biraz endişelendirdi beni, dar yol, çok virajlı, bazıları araba kullanırken bütün yol onların sanıyor, üstüne üstüne geliyor, bayağı dikkatli gitmek lazım.

Torba

Bodrum'u yavaş yavaş öğrenmeye başlıyorum. En beğendiğim koylar, semtler sıralaması yaparsam Torba bunlardan birisi. Sanki kendi halinde, kalabalıktan uzakta, kendi içinde, kendi kendisi ile sakin, güzel, usul usul bir yer. Sahili güzel, marinası ne çok büyük, ne küçük, otelleri, güzel evleri, yolları, çiçekleri ile hoş bir semt. Yolları genişliyor, asfaltlanıyor, sonra çizgiler çekilecek, güzelleştiriliyor. Havaalanı dönüşü Torba üzerinden buraya gelmek daha rahat sanki. Torba yolundan Bodrum'a gitmek de öyle, ben de bir gün bu yolları öğreneceğim. Bir koyda Voyage otel var, kaç yüz, bin, milyon metrekare arsa üzerine kurulmuş, devasa bir tatil köyü.  Şöyle bir dolaşmak için girdiğimizde benim sayabildiğim 8 tane havuz var, her milletten restoranlar var, Türk Fasıl, Çin, Yunan, Hint, Tayvan, vs. Ailece, çoluk çocuk gelebileceğiniz, her çeşit plaj, şezlong muhabbeti yapacağınız, geniş alanları olan, bungalovlardan, otel odalarına, küçük evlerden, bahçeli villalara kadar ne ararsan var. Böylece her kesime hitap ediyor. Sahili de pek güzel, onun yanında sıralanan küçük oteller, kafeler falan pek hoş bir yer. Daha nice koyları varmış, butik otelleri olan, restoranların saklandığı bölgeler ile keşfe hazır bir yer. Burada balık yemeğe gelmeli. Niye adı Torba olmuş onu henüz bulamadım, çok da merak ederim. Ünlülerden Ali Poyrazoğlu, Gönül Yazar, Akrep Nalan, Fedon, Ferdi Özbeğen, Fatma Girik Torba aşıklarıymış, buradan ayrılamazlarmış. Bu ünlülerin bazılarını herdem görmek mümkünmüş, bazıları hiç görünmezlermiş. Daha sık Torba'ya gitmeli etrafı keşfetmeli.

29 Haziran 2012

Begonviller

Bodrum'un ananevi çiçeği, yollarda ilk bunları görüyorsun, çeşitli renklerde, bazıları duvarlardan sarkıyor, bazıları evin damlarından aşağı bakıyor, bazıları top şeklinde ağaç gibi olmuş, pembe beyaz iki renk bir arada açanlar var, turuncumsu pembemsiler var, morlar var, cart pembeler var, kırmızımtraklar var. Benim renk skalam gelişiyor, ne isim vereceğimi şaşırıyorum. Hele mor mor  açan Bodrum papatyaları çok güzel. Ben de balkona bir top şeklinde morumsu renkte, bir de uzun dalları sonra aşağıya sarkacak pembe turuncu arası bir renkte begonvil aldım, inşallah yerlerini sevecekler ve büyüyecek çoğalacaklar. Onların yanında kırmızı sardunyalar, yasemin, fesleğen derken yine balkon çiftçiliğine başlıyorum. Sonra inşallah bahçeye de domates, biber, maydanoz şeklinde açılımlarım olacak. Ev sahibi mandalina, limon ağaçı dikeceğini söyledi, bekliyorum. Yandaki evin sahipleri şimdiden diktiler, sabah akşam suluyorlar, hem begonviller, hemde sebze, meyve, ehhh komşuda pişer bize de düşer.





Bodrum'a hoşgeldim

Bugün bir ay oldu ben buraya taşınalı. Gündoğan koyunda, iki katlı yeni yapım bir evin üst katı, 2+1 her şey yeni, şirin, temiz, bahçesi çiçek, sebze, meyve ağaçları dikilmek için bekleyen, yolu yeni yapılacak, sokak lambalarının takılması lazım gelen, sırtını kayalara dayamış önünde mandalina limon bahçeleri cici bir daire. Köye yakın, pazar üst sokakta, kasap, bakkal, fırın, sağlık ocağı, muhtar, deniz, kafeler, balıkçılar yürüme mesafesinde. Etrafta köy evleri, kocaman bahçeler olduğu için inekler, horozlar, köpekler, kediler dolu. Ara sıra tezek kokuları, mööö sesleri, sabah horoz ötüşleri, bazı geceler beni uykusuz bırakan köpek sürüleri derken yerleşmeye çalışıyorum işte. Bana bu evi bulan arkadaşımdan Allah razı olsun, çok yardımı oluyor, hala eksik gedik kapanmadı, elektrikçi, tesisatçı, tv ci, internetci, telefoncu derken hiç bitmiyor. Telekom bile yeni direk dikti telefon hattı çekti, internete gireceğim diye 25 gün bekledim. Çevre düzenlemeleri bitince bayağı güzel olacak, bazen bu bâkirlik, eksiklik hoşuma gidiyor, bazen şehirli kız tarafım çoşuyor hadi ne zaman olacak diyorum. Burada (sıcaktan herhalde) işler çok ağır, insanlar da, olaylar da, her şey ağır çekim gidiyor. Benim de ağırlaşmam lazım. Huzurlu, dingin, neşeli, yavaş yavaş bir hayat, sakin deniz gibi, (arada bayağı sert rüzgar var ama) hafif dalgalı, yeşillikler içinde, yumuşak bir hayat olacak inşallah. Bir de iş bulursam kaymaklı kadayıf olur artık. Hoş geldim Bodrum.

Hoşçakal Mutlukent 30.05.2012

Bir hayli geçikmiş bir yazı anca vakit buldum. Tam bir ay oldu, 3 senedir oturduğum kendi evimden, balkonu güzel, havası temiz, çevrede ağaç, çiçek, böcek, balkonda önce domates sonra çiçek yetiştirdiğim, 2-3 komşum olan, bazen çok severek, mutlu mesut, çoğu zaman çok sıkılarak sıkıntılı, üzüntülü oturduğum, ilk geldiğim günler ve yıllar iş bulup çalışacağım zannettiğim, sonra bütün ümitlerimin söndüğü, kendimi pasif, işe yaramaz hissettiğim, arkadaşlarımın uzaklıktan sık sık gelemediği, benim de Istanbul'a gitmekte zorlandığım, hem maddi hem manevi iyice çıkmaza girdiğim uzunca bir süreden sonra artık taşındım. Bu yılın ilk ayından itibaren ben burada ne yapıyorum, neyi bekliyorum düşünceleri gelişmeye başladı, olacak olmayacak şeyler artık çok bariz olmuştu. Biraz daha beklesem korkaklık başlayacak, beceremiyeceğim hisleri ağır basacak, ben içinden çıkılamaz bir durumdayım, bunun değişeceği yok, imdaaattt raddelerine gelecektim. Azıcık geldim de zaten, sonra düşün taşın, arkadaşlara danış, neresi olursa iyi olur, daha önce gitmişler memnun mu, ne düşünüyorlar araştır derken, önce keşif gezileri yap, sonra son kararı ver ve harekete geç. Korkma, dene, keşfet, kendine bir şans tanı, en kötüsü bundan daha kötü olur mu ? Tamam kötü nedir, burası kötü mü değil, ama daha iyisi olabilir, güven. Böylece Mayıs 30 ben Mutlukent'e veda ettim. İyisi, kötüsü, mutlu, üzüntülü, çoşkulu, sakin, huzurlu, huzursuz, neşeli, neşesiz ve daha bir sürü şeylerle dolu evimi kiraya verdim ben gidiyorum, hoşçakal.

13 Mayıs 2012

Güzel Şeyler



Baharla birlikte güneş ısıtmaya, çiçek böcek açmaya, ortalık yeşillenmeye başlayınca insanın neşesi yerine geliyor. Ama bu hava çok değişken tam ısındık derken soğuyor, erguvanlar açtı bakalım derken dökülüp gittiler bile. Tam baharı yaşıyoruz derken sonbahar oluyor, insanların ruh halleri halden hale giriyor, nezle, grip oluyorlar, bıkkınlık, bezginlik çöküyor. Hadi bakalım toparlan toplanabilirsen. Hele benim gibi hava ile bağımlı ruh hali değişken birisi için hayli zor valla. Bir öyle bir böyle diye ağrılarım artıyor, bir gün cin gibiyim zıplıyorum, ertesi gün uykuya doyamıyorum. Ama iyi ki seyahat etmek var, iyi ki insanın arkadaşları dostları var, bir sohbet oluyor, bir toplantı oluyor bir araya geliyorsun kafan dağılıyor. Hele bir de sıcak bir yere gidip güneşi iyice kemiklerine geçirirsen D vitamini yüklemesi ile neşen yerine geliyor. Yine bir seyahati ile kendime geldim,  ama 30 derecede bronzlaştığım, denize girip yüzdüğüm havalardan buraya dönünce 16 derece, yağmur, puslu, bulutlu, serin hava beni yine dertlere garketti. Kapı pencere açamıyorum, kazak çorap geziyorum. Şimdi bana geçen günlerin fotolarını seyretmek kaldı teselli olarak. Kahvem, yanında lokum ve karanfil taneli suyum, keyif sigaram ile hayat pek güzeldi. Hele renk renk çiçekleri seyretmek, kapıya gelen kedileri beslemek, balık ziyafetleri, tekne, deniz gezileri, gün batımı derken epey enerji depoladım. Önümüzdeki günlerde bana çok lazım olacak, yolcudur Abbas bağlasan durmaz demişler.

19 Nisan 2012

Bahar ve Çiçekler





Ben ne kadar güneş, bahar, sıcak, çiçek, böcek dersem hava o kadar tersine gidiyor. Tam ısındık artık bundan sonra soğumaz diyorum, hemen kapatıyor, kara bulutlar, fırtına arkasından soğuk ve yağmur.  Ama yılmıyorum, her gördüğüm güzelim çiçeklerin fotografını çekiyorum ve umutla bekliyorum, ısınacağız. Hele dün Nişantaşın'daki felaketten kıl payı kurtulunca, noluyoruz yaa ne bu durumlar oldum. Şehrin ortasındaki hortumu bizzat yaşadım, Allah korudu hepimizi, beş dakika sonra olsaydı ben de oradan geçiyor olacaktım. Ara sokaklara nasıl kaçacağımı bilemedim. Sonra denizdeki fırtına, dalgalar, lodosu seyretmesi çok zevkli ama zarar verici hale dönüşünce hiç de zevki kalmıyor. Akşam buralarda da ne çok fırtına vardı, sonra da seller gitti. Toz toprak basıldı, ortalık yıkandı iyi oldu. Ama tamam artık, Nisanı yarıladık, ısınalım lütfen. 
Ben yine buralardan kaçıyorum, hem biraz daha ısınmak, hem yeni hayata başlangıç yapacak girişimlerde bulunmak, hem gözlem, konuşma, anlaşma, hem gezip dolaşma, yeni tohumlar atma sürecindeyim. Hayırlı ve uğurlu olsun inşallah. 
Ne demişti Edip Akbayram ;
Güzel günler göreceğiz inanın çocuklar,
Güneşli günler, motorları maviliklere süreceğiz
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler....


8 Nisan 2012

Gazetelerden

Yine bir Metin Münir (Milliyet 07.04.2012) yazısı okudum bir bölümünü paylaşmak istedim; 

"""İnsan Ölmek istemez
Çünkü sevdiklerinden ayrılmak istemez. En çok sevdiği de, kabul etsin etmesin, kendi olduğuna göre, kendini arkada bırakıp bir yere gitmek istemez. Kendi olmadan ne yapacak ?
Vücut devamlı tüketir ama hiç doymaz. Bağımlıdır, günlere, paraya, kudrete, sevgiye, sekse, şöhrete, gıdaya hep açtır. Acıdan korkar, hep okşanmak, pohpohlanmak ister. Ne kadar uzun oturduysa otursun, dünyanın sofrasından kalkmak istemez. Asabidir, çünkü kalıcı olmadığını, sahibi olduğu hiç bir şeyin kendine mülk olmadığını bilir. Gidecek yeri olmadığından kalmak ister. Her bir hücresi ile, hiç ümit olasa da direnir. Başını duvardan duvara vurur. Ağlar isyan eder, kabul eder, teslim olur ama hep asık suratla, hep kandırılmışlık duygusu içinde.
Ruh tükenmez, kavrar. Bilgedir, korkusuz ve sakindir, rahattır. Nereden geldiğini, nereye gideceğini bilir. Ben ruhumun kayığına binerdim. Vaveyla yapmadan ve ortalığı velveleye vermeden, olgun bir meyve gibi ölür, ölürken beni taşıyan ağaca teşekkür ederdim."""

Yani bence nefsimizi doyurmak için uğraşırken ruh güzelliğini ve ruhun gelişimini kaçırıyoruz demek istiyor. Maddeyi bırakıp manaya baksak keşke.

CKM' de "Suya Noktalar" Ebru Sergisi

Çocukluğumda televizyonda gördüğüm bir programda ebru ustası birisi suya boyaları atıyor ve sonra suyun üzerine koyduğu kağıdı çekiyor ve kağıtta harika renkler şekiller gözüküyordu. Bunun ebru sanatı olduğunu sonradan öğrenmiştim, ama bana adamın yaptıkları çok sihirli, mucizevi bir şey olarak görünmüştü. Çok şaşırıp nasıl oluyor bu Allah Allah demiştim. Hep öğrenmeye heves etmiştim ama vakit ile nakit bir türlü denk gelmemişti. Yıllar sonra emekli oldum, buraya yerleştim ve tesadüfen karşıma ebru kursu çıktı. Öğrenmeye başladım, 3 senedir yapıyorum. Şimdi bir arkadaşımın atölyesine devam ediyorum. Bakınız; www.berrinakson.com 
Daha ilk sene bunu yapmaktan ne kadar zevk aldığımı, bu kadar beni mutlu eden bir şey olmadığını farkedince, yaptıklarımı çok beğeniyorum, çok seviyorum diye herkes görsün istemiştim ve sergi açmayı dilemiştim.  İşte kısmet oldu ve Caddebostan Kültür Merkezinde bir hafta süreyle sergi açmam için bana fırsat verdiler. Nasıl heyecanlandım, nasıl telaşlandım, ama elimde hazır bir sürü ebru olduğu için çok da dertlenmedim, içlerinden seçim yaparak hangilerini sergiye koyacağımı seçtim. Eksik olmasın arkadaşlarım bana yardım ettiler, taaa nerelerden kalkıp geldiler. Yerleştirdik, açılış yaptık, ben ağzım kulaklarımda dolanıp durdum ortalıkta, gelenlere lokum ikram ettim. Anı defteri koydum gezenler bir şeyler yazdılar. Bir hafta her gün sabah gittim akşam döndüm, çok yoruldum, düzenim değişti. Ama o kadar çok beğenildi ki, öyle övgü dolu sözler duydum ki, deftere ne kadar sıcak duygularını yazdılar, içimdeki çoşkunun, sevginin, aşkın onlara geçtiğini söylediler. Bu vesile ile yeni arkadaşlıklar oluştu, birçok arkadaşım ebruları beğenip aldılar, evlerinde görmek istediler, beni ne kadar memnun ettiler. Onlardan bir türlü ayrılamam zanneden ben, alanların beğenisini duydukça ne güzel, benim enerjim, hevesim onlara da geçecek dedim. Lise hocam geldi gezdi, çoktandır görmediğim arkadaşlarımı gördüm, yenileri ile tanıştım. Kocaeli Üniversitesi öğrencileri gezdi, kendi bünyelerinde haber yaptılar, Bilfen Okulu fotograf klubü öğrencileri resimlerini çektiler, ebru ile uğraşanlar, eskiler, yeni başlayanlar, bunu hiç bilmeyenler, velhasıl herkes beni çok motive etti. Beğenilmesi, çok severek yaptığımın ve bunun başkalarına da ulaştığının göstergesidir, ebru dünyası için küçük ama benim için büyük bir adımdı. Çok şükür, çok teşekkürler. 

Bodrum'da Deniz

Bu kış ağır ve uzun geçti, çok soğuk oldu, aslında çocukluğumuzda Ankara'da daha beterlerini yaşamıştık, aynen bu sene Ankaralıların yaşadığı gibi. Ama ben çok bıktım, azıcık güneş görsem kendimi hemen açık havaya attım, bir parça iliğim kemiğim ısınsın diye. Çok şükür Nisan iyi geçiyor, arada bir yağmur veya rüzgar olsa da güneş ısıtıyor ve insanın içini açıyor. İnşallah daha da iyi günler gelecek. Ben geçen ay başında buralardan bunalıp bir kaçamak yapmıştım, yüzüm gözüm açılmıştı, çok özlediğim denizi seyretmek, birkaç arkadaş ile sohbet etmek, onlarla fikir alışverişi yapmak, oralara yerleştiler de neler yaptılar, nasıl hissediyor, ne düşünüyorlar diye sormak için, buralardan kaçmıştım. Bir hafta güneş, balık, sohbet, yürüyüş, açık havada kahvaltı derken kendime gelmiştim. Şimdi bu fotolara bakıp ne hoş diyorum. İnşallah yakında yine yapacağım, kısmet ise, acaba kalıcı olur mu bu hayat ? demek için. Sakinlik, sıcaklık, huzur, mutluluk için, dostlarla sohbet, yeni yaratıcılıklar için.....

Dibeklihan Sanat Köyü

Bodrum Ortakent'de Yaka köyünde sanatçı ve sanatsever Mimar Cenap ve Gülay Tezer'in kurdukları bir sanat köyü.  Dibeklihan, içinde sergi salonu, müzesi, sanat atölyeleri, Türk el sanatlarının en güzel örneklerinin sergilendiği ve satıldığı dükkanları ve yaz boyunca açılan sergileri, sanatsal etkinlikleri ile Bodrumlu sanatseverlerin buluşma merkezidir. Böyle diyorlar kendi web sitelerinde, bütün detaylar orada var. Bakınız www.dibeklihan.com 
Mayıs ayında açılacak sanıyorum, biz uğradığımızda kapalıydı ama dıştan görünüşü bile görkemli, çok ince sanat işçiliği olan, uzaktan isimlerini okuduğumuz galerileri, sergi salonları ve merakla beklediğim kafeteryası, atölyeleri, ve dükkanları ile çok güzel bir yer. Hiç beklemediğiniz bir şekilde, hiç beklemediğiniz bir yerde. Keşke yolu daha kolay olsaydı, ulaşım daha kolay olsaydı, daha sık sık gidebilseydik. Ama yine de Bodrum'da böyle bir yerin varlığı şahane bir şey. Ben şimdiden diliyorum orada konserler, sergiler izlemeyi, şahane yemekler yemeyi ve kimbilir belki orada ebru sergisi açmayı. Neden olmasın ???

Bal isimli kedi

Kendi kendine geldi, öyle durdu baktı, sanırsın konuşacak, ben de ona bakıyorum, bakıştık. Biz kahvaltıdayız, o da açtır dedim biraz peynir, biraz salam gibi şeyler verdim nasıl yedi, belli ki aç. Çocuklardan kedi maması istedik, Allahtan etrafta kedi besleyenler var, mamalar da hazır tutuluyor. Döktüm mamayı taşın üzerine nasıl ham hum yedi, bu arada hep bakışıyoruz, ben böyle sarman tipi kedileri pek severim, elleyemem, kucağıma alamam, hatta biraz korkarım ama kendi çapımda çok aşama kaydettim ve onlara ısınmaya çalışıyorum. Bence kediler bu dünyada son evrimlerini yaşıyorlar, sonra insan olacaklar diye düşünüyorum. Çünkü bakışları, davranışları çok enteresan hiç hayvan gibi değiller. Bunu arkadaşlarımın kedilerini gözlerken de hissetmiş ve böyle düşünmeye başlamıştım. Sonra geldi nasıl ayaklarıma dolanıyor, yatıyor, sırt üstü dönüyor, kıvranıyor, beni sev diyor belli ki, geriniyor, bakıyor, yine yatıyor ters dönüyor falan. Ben tabi elleyemiyor ve uzaktan konuşarak anlaşmaya çalışıyorum. Anladım ki memnun oldu, ben de o an onunla olmaktan çok memnun oldum, sonra dedim ki senin adın Bal olsun. Bir gün evime bir kedi alabilecek kıvama gelirsem böyle bir şey olacak galiba.

20 Şubat 2012

İKİ KADIN


Son günlerde bu iki kadını televizyonda gördükçe daha çok dikkat etmeye başladım ve düşündüm. Benim çok beğendiğim kadın tipleri bunlar, belki ortak tarafları çok az, kimisine göre belki hiç yok ama bana sorarsanız var. Tamam müzik ilk ortak tarafları ama ondan önce ikisi de kadın gibi kadınlar. Önce Sıla diyelim, ilk çıktığı günden beri farklı olduğu her halinden belliydi, sesi, şarkıları, duruşu, fiziği. Çok genç '80 doğumlu, şimdi tam kıvamında, yani bir kadının en güzel yaşlarında, genç kızlık bitmiş, sesi, fiziği oturmuş, tecrübeleri var, görmüş geçirmişliği var ama fazla değil, onu katılaştıracak veya (hiç sevmediğim ama başka deyim bulamadığım kelimeyle) kaşarlaştıracak kadar biriktirmemiş, hafif olgun, ayakları sağlam basan, ne istediğini bilmeyi iyice sindirmiş ve o yolda sağlam giden bir kadın. Sesi ne güzel, şarkıları ne hoş, hem hayattan hem şakacı, hem romantik hem komik, düşündürüyor, eğlendiriyor, güldürüyor ve ağlatıyor. Hele geçen akşam Beyaz Show programında süperdi, elbisesine, saçına, makyajına, duruşuna bayıldım.

İkinci kadın Adele, o da '88 li, son Grammy ödüllerinde altı ödül aldı, tombikçe, ama bence bu kilolar ona çok yakışıyor, sahnede harika görünüyor. Saçlarını yıllar içinde epey değiştirmiş, bence bu son hali çok güzel, sarışın, '60 lı yılların kadınları gibi, gözleri de çok güzel, o da gözlerine kuyruklu eye-liner çekiyor. Ama ne tatlı, sesi, şarkıları, sahnede duruşu, konuşması, komplekssiz, şakacı. Şarkılarından "Rolling in the deep", "Someone like you" ve şimdilerde çok çalınmayan "Baby it's you"  bence harika şarkılar, zaten de ödül aldılar diyeceksiniz tamam ama sesi, söyleyişi başka türlü, çok etkileyici, tamam bestelerin büyük payı var ama hayır, o kadının içinden gelen bir şey var, bir his, bir duyuş, bir tarz, herkeste olmayan değişik bir şey. En tarif edebileceğim nokta, belki de ben çok sevdiğim için bana öyle geliyor, şarkıcı Sade gibi, Amy Winehouse gibi, o familyadan geliyor bence Adele de. Ne mutluyum müziği duyabiliyorum, dinleyebiliyorum, şarkıları anlayabiliyorum. Zaten müzik olmasa bu dünya nasıl olurdu düşünemiyorum bile. Çok şükür ve çok teşekkür demeliyim. Bu iki kadına da sağlıklar ve uzun kariyer hayatları diliyorum.

17 Şubat 2012

Mektup

Yine gazetelerden... geçen hafta sonu Milliyet'te Metin Münir yazdı, oradan bir paragraf çok hoşuma gitti. Burada kayda geçsin istedim, bazen insanın içinden geçip cümleye dökemediği şeyler birdenbire karşına bambaşka bir yerde ve şekilde çıkıyor, sonra bir yerlerine değiyor, bir şey oluyor, tam diyemiyorsun sanki.


"""........ yalnızlık insanın kendine olan sevgisi midir -  diye sordu geçen gün, benim gibi tek yaşayan bir arkadaşım. Bach çalıyor kahvemi yudumluyorum. Bahçeye yağan karın hışırtısı. Mutluluktan gülümsüyorum. Bu yalnızlıktan alınan zevk doğuştan mı yoksa sonraki olayların getirdiği mi, yoksa ikisi mi? Yalnızlıktan alınan zevk de diğer zevkler gibi geçicidir dedim ona. Bir sarkaç gibi, başkaları ile olma ve yalnız olma istekleri arasında gidip gelmekle geçer insanın hayatı. Ne tek yaşamak için geldin dünyaya, ne de tek yaşamamak için. Hayat kitabı olmayan bir dersin sınav soruları gibidir. Ne kadar kafa yorarsan yor, cevapları bulamazsın. Zil çaldığında, boş bir kağıt verip çıkacaksın. """

Böylemi gerçekten, düşünmeliyim, gözden geçirmeliyim, çok katılıyorum bazen, bazen de yok bu seçimler senin değil diyorum, kısmet böyleymiş falan. Yani sarkaç halimiz, bir o yana bir bu yana, doğru valla, gidip geliyoruz işte.


Gazetelerden

Geçen ay cumhuriyet gazetesinde Bekir Çoşkun'un yazısını okuyup bayılmıştım, bir türlü kısmet olmadı buraya aktarmak, geç de olsa kayda geçsin pek beğendim. Bazı kısaltmalarla,
"Yanıt bulamadığınız zaman doğaya dönün.. yandaki bahçeye, arkadaki koruluğa, dere kenarına, ormana, şu yamaca... bakın orada yanıtlar var. 
Kar birleşmenin gücünü öğretir bize.. bir tek tanesi, minik bir kelebek gibi avucunuza konduğunda.. narin, yok olmaya hazır, cılız, zayıf ve güçsüz... ama bir araya geldiklerinde, tüm yolları, bulvarları, köprüleri kapatabiliyor işte kar taneleri...
Kumrudan aşkı öğrenin ...o uzun şarkıları olmasaydı, yarım olacaktı kumruların aşkları... şu serçeler... koca cüsseli canlılar ayazda donarken, şarkılarını bir arada söyleyebilmek için mi sağ çıkıyorlar sabahlara?...
Mahallenin kırma köpeği dürüstlüğü öğretir size... sevdiği halde dişini gösterip havlayan... ya da sevmediği halde kuyruk sallayan köpek hiç kimse görmedi... 
Yaşamında henüz hiç düşmediği halde, masanın kenarına gelince tırnaklarıyla direnen yeni doğmuş kedi yavrusu yaşama içgüdüsünü gösterir... Annesi ise anneliğin yüceliğini...
O deniz kendisi sudur ama ortasında susuz kalanlara bir yudum su vermez cimri... ve cesedi götürüp ortasına atın, karakolun önüne getirip bırakır huysuz...Çünkü o içinde başlayan yaşamı, aynı mükemmellikte, aynı titizlikte, aynı düzeyde ister... ciddiye alınmadığında boğar sizi...
Şu nehir tersine akmaz, çağdaşlık nehir gibidir... ve iyi bakın nehre... o nehir en baştaki minik kar taneleridir...

Soğuk

Kaç zamandır baharı bekleyen kumrular gibiyim. Kar, soğuk, eve tıkılı kalmak, karlar eridi, 1-2 gün yerler kurudu, galiba ısınıyoruz derken tekrar kar yağdı, off çok soğuk, kaçıncı Sibirya soğuğu geliyordan başka bir şey konuşamaz, düşünemez, yazamaz oldum.Devamlı kar muhabbeti, devamlı soğuklar, ısınamamak, öyle atıl olmak, bir şey yapamamak beni sıktı. Kitap okumak güzel, örgü de harikalar yaratmak iyi, evi temizlemek, orayı burayı yerleştirmek, devamlı yemek yapayım ısınırım demek falan tamam ama yeter artık. Ben dışa açılmak istiyorum, hareketlenmek, oraya buraya rahatça koşturmadan keyifle gidip gelmek istiyorum, iki gün ısınınca hafif giyinmek ama sonrasında hasta olmamak istiyorum. Geçen pazar Haydarpaşa protestosuna katılmak için gitmiştim, güneş vardı, deniz kenarında oturup çay içtik, sallandık yürüdük, sohbet derken üşütmüşüm, bu haftayı yarı yatarak, yarı ayakta, sonunda ilaç alarak bitiriyorum. Hala sinüzitlerim akıyor, ağırıyor falan. Hadi haftaya cemreler düşecekmiş, ısınalım, bahar müjdesi cemreleri ılık hava ile karşılayalım. Barajlarımız doldu çok şükür toprak suya doydu inşallah, bereket iyi ama sokakta köpekler, kediler, kuşlar dondular, yiyecek bulamıyorlar. Kumrular her sabah gelip pencere önünde bekliyorlar, hiç çekinmiyorlar, camı açsam da korkup kaçmıyorlar yem bekliyorlar. Evdeki bulgur ve buğdayı onlara yediriyorum, mutlu mesut oluyorlar ama çok üşüyorlar. Bugün bir de fırtına var, her yer uçuyor. Bu son olsun bu son......

1 Şubat 2012

Kar Yağıyor

Burada son üç gündür ne kadar çok kar yağıyor bilemezsiniz. Her yer karlar altında, her yer bembeyaz tamam biliyorum ama sanki buraya kilolarca karlar tepeden kovalarla dökülüyor. Pamuk pamuk, uçuş uçuş, döne dolaşa, tipi halinde, bazen çok hızlı göz gözü görmez, bazen yavaş yavaş seyre doyum olmaz şeklinde. Pazar akşamı başladı hala devam ediyor, arada duruyor, güneş açıyor falan ama sonra yine devam. Yollar, kaldırımlar, bahçeler, damlar çok güzel oldu. Allahtan okullar tatil çoluk çocuk telef olmuyorlar, ama arabalar pek zorlanıyor, çoğu kar lastikli veya zincir takanlar, takmayanlar çok temkinli gidip geliyorlar. Trafik yoğunlaşırsa ana cadde açılıyor, yumuşak kar yüzünden temizleniyor, şırıl şırıl yanlara birikiyor. Ama biraz trafik hafiflesin veya tipi çoğalsın yol yine bembeyaz örtülüyor. Sokak lambasından akan karlar dondu, sarkıt dikit haline geldi. Ama gündüz ormanda çok güzel manzaralar oluşuyor, yürümek çok hoş, dizine kadar kara gömülüyorsun. Araba park yerinde kayboldu sanki, yarın onu biraz temizlemeliyim, yüzü gözü açılsın. Bazen de nasıl şiddetli rüzgar eşliğinde yağıyor, evde ısınmak mümkün değil. Gece gündüz haldır haldır yanıyor doğal gaz. Bu ay iflas edeceğiz milletçe. Hani ısınsak tamam soğuktu yaktık ısındık diyeceğim ama ne mümkün. Hafta sonu biraz daha ısınacak ve kar duracakmış. Hadi inşallah, eve tıkılıp kaldık, sıkıldım imdaaattt.  

Tren

Tren ile seyahat etmek başka türlü bir şey. Çok zevkli, rahat, serbest, özgür bir yolculuk. Vagonun içinde ve vagonlar arasında dolaşabiliyorsun. Koltuklar rahat, yemekli vagon var, pencereler kocaman etrafı çok rahat seyrediyorsun. Sıcak gelirse iki vagon arasında sallanırsın, yoksa yerine oturur kitap, gazete okur, kulağında müzik dinlersin, lap top varsa ne istersen yaparsın. Kaza riski çok az, sıcak, soğuk, kar, yağmur seni pek etkilemiyor. Yola bakıp onu solladık, bu bizi geçti, aman çok hızlı gidiyor, şoför uyudu mu, yolda kaydı mı gibi şeyler düşünmüyorsunuz. Karayolundaki risklerin çok daha azı var burada diye düşünüyorum. Çocukluğumdan beri tatillerde Ankara Istanbul arasında trenle gidip geldiğimiz için de çoook eskilerden kalma yataklı vagon, kuşetli, pulman koltuklu gibi değişen tren kavramları oldu hayatımda. O günlerden bugüne çok da güzel şeyler oldu, gelişti, yenilendi, ilerledi. Amaaaa şimdi de bunu kaldırıyorlar, artık Ankara'ya, Eskişehir'e trenle gidemiyeceğiz. Hızlı tren yapacağız diye hem daha pahalı hem de hızlı olacağından hiç de konforlu olmayacağını düşündüğüm trenlerin gideceği yolu yapmak üzere bu trenleri seferden kaldırıyorlar.Bunu protesto etmek için de TCDD çalışanları, yakınları, sendika temsilcileri son defa trenle Eskişehir'e gittik. Garda ellerimizde pankartlar, düdükler, çıngıraklar hep beraber sloganlar attık, protesto ettik, bildiriler okundu, halka anlatmaya çalıştık ama katılım öyle az ki, insanlar sadece şaşkın şaşkın baktılar, sivil polisler aramızda dolaşıp bizleri tespit etti. Sonra hep beraber arabalara binip TCDD kurucusu Behiç Erkin'in (tr.wikipedia.org/wiki/Behiç_Erkin) mezarını ziyarete gittik. Eskişehir'de Enveriye banliyö durağı yakınlarında anıt mezarı var. Özellikle mezarının orada olmasını vasiyet etmiş. Ankara-Istanbul-Eskişehir üçgeninde, tren yollarının kesişme noktasında, her tren geçerken düdük çalsın selamlasın demiş. Mezarı başında Onun vasiyetine sadık kalamadıklarını ve kurduğu bu kurumun nasıl perişan edildiğini anlatan güzel bir mektup okudu arkadaşlar. Bu kurumun içinden olmamama rağmen onların sahiplenişini, üzüntülerini, gerçekten çok emek vererek çalıştıklarını ve şimdi çok dertlendiklerini görüp meseleyi daha iyi anladım. Hele hele Haydarpaşa Garını otele veya alışveriş merkezine çevirmeleri söz konusu olunca daha da içi gidiyor insanın. Mart ayından itibaren de benim kullandığım banliyö treni de kalkacak. Her sefer araba ile gidemiyoruz benzin malum, ne yapacağım o zaman ben. Üç kuruşluk konforumuz, ekonomik seyahat hakkımız, rahatımız, emniyetimiz, vaktimizi ayarlamamız derken bütün imkanımız yok ediliyor. Bu şimdi halka hizmet mi, eziyet mi, başına gelen anlar, gerisi sadece seyirci kalır.YAZIK, ÇOK YAZIK.  

31 Ocak 2012

Eskişehir

Eskişehir'e gittik, bir vagon dolusu insan, çoğu Haydarpaşa'da TCDD da çalışanlar, onların arkadaşları, akrabaları, tanıdıkları, çolukları çocukları. Başkent Ekspresi ile, son defa trenle Eskişehir'e gittik. Sabahın köründe yollara düştük, Haydarpaşa'da buluştuk, gazetelerimizi aldık, vagondaki yerlerimize oturduk. Yollarda çalışma varmış, dört saat sonra vardık. Burada hava karlı ve soğuk ya, orada daha fenasını bulacağız diye düşünüyorduk. Sarınıp sarmalanmıştık. Sohbet ederek, yemekli vagonda çaylarımızı içip sigara böreklerimizi yiyerek, etrafa bakarak, ayy kar var, hava açtı, ayy kapattı diyerek Eskişehir'e geldik. Trenlerle ilgili düşüncelerimi daha sonra yazacağım. Şimdi şehir gezimizi anlatacağım.Önce yemeğe gittik, buranın köftesi ve çiğ böreği meşhurmuş. Böreği biliyordum ama köfteyi bilmezdim. Çok acıkmışız hepsini silip süpürdük ama başka yerde gerçek, sıcak, yeni pişmiş çiğ börek yemek isterdim. Neyse sonra düştük yollara, hava soğuk, yerde kar var ama yumuşak, arada güneş açıyor, buz yok, kaymıyoruz, donmuyoruz. "Devrim Arabası" nın sergilendiği DDY nın lokomotif fabrikasını gezmeye gittik. Fotografdaki gibi camekan içinde ilk Türk yapımı araba sergileniyordu. Karakurt denilen ilk lokomotifi de görelim dedik ama cumartesi olduğu için müdür izin vermedi, içeri giremedik. Şehri bilen arkadaşlarımız bize rehberlik yapıyor, Porsuk nehri boyunca yürüdük, iki yanında ne güzel yollar, parklar, bahçeler, kafeler, heykeller, üzerinde hepsi farklı renk ve biçimde köprüler var. Nehir yer yer buz tutmuştu, gondollar parka çekilmiş duruyorlardı. Sonra Odunpazarı semtine yürüdük, iki veya üç katlı evleri restore etmişler, bazıları konuk evi bazıları galeri, sanat atölyesi, otel gibi değerlendiriliyor. Herbiri cart denilebilecek keskin renklere boyanmış ve hafif yokuş üzerinde yer alıyorlar, sağlı sollu yürüyüp onların arasından geçiyorsun, yollar parke taşı döşeli güzel bir ortam, meydanları, sokak lambaları ile hoş biryer. Gece ışıklandırması daha da güzel.Orada haşhaşlı çörek yapan bir fırına daldık, Eskişehir'in simge yiyeceklerinden. Sonra Odunpazarı Belediyesi El Sanatları Çarşısına girdik, başta lületaşından yapılma binbir çeşit hediyelik eşyalara baktık. O kadar hoş bir yer ki, avlu içinde etrafı dükkanlarla çevrili bir alan. Sonra Kurşunlu Külliyesini gezdik, içinde nikah salonu, cam atölyesi, halıcı, sergi salonu, hediyelik eşya dükkanları olan yapısı nefis, bahçesi harika bir yer. Artık akşam oluyor hava daha da serinliyordu, gün boyunca epey yürüdüğümüz için ve soğuktan ayaklarımız kopmak üzereyken acele gar yakınlarına döndük bir kahvede oturup salep içtik. Sonra trenimize bindik ve yarım saat rötar ile yola koyulduk ve gece yarısını geçerken Istanbul'a vardık. Az ama öz bir seyehat oldu, güzel bir şehir, rahatça yürüyüp gezilebilecek bir şehir, hele baharda veya yazın ilk aylarında harika olur bence. Yine gitmeli, gondollarla veya motorla porsuk üzerinde gezmeli, börek yemeli.

16 Ocak 2012

KAR

Bu senenin ilk karı yağdı. Cumartesi günü lapa lapa hemde. Bir gün önce günlük güneşlik, pırıl pırıl hava içimi açmıştı, tam kış güneşiymiş. Ama o kadar yoğun yağdı ki seyretmesi çok güzeldi, döne döne, bazen duruyor bazen tipi göz gözü görmüyor, bazen tüyler uçuşuyor gibi. İki saat içinde her yer bembeyaz oldu, yerler kuru olduğu için herhalde çabucak tuttu. Pazar alışverişine bile bir koşu gidip geldim yoksa bu gidişle kapının önüne dahi çıkamıyacağız diye düşündüm. Bir de malum elektirik kesintisi olunca, bir müddet, soğuk, karanlık derken kar seyretmenin zevki yok oluverdi. Bütün gün mü sürecek, akşama gelecek mi, neyle ısınacağız, yoksa donup gidecekmiyiz gibi abartılar yaptım kendi kendime. Sandım ki sadece bizim buralar böyle, meğer neredeyse bütün Marmara bölgesi aynı haller içindeymiş. Neyse akşam olmadan geldi de normal hayatımıza devam ettik. Pazar günü yine güneşli pırıl pırıl bir gün, karlar eriyip gidiyor, bu kadarcık mıydı dedim. Değilmiş, akşamüstü yine başladı, gece devam etti, bugün de aralıklarla devam ediyor. Yine her yer bembeyaz, seyretmesi keyifli ama yollar kapanıyor, kazalar artıyor, etraf buz tutuyor. Biz buraya tıkılıp kalıyoruz. Bu kış ne zaman bitecek, ben çok üşüyorum. Balkondaki sardunyalarım bile hala pembiş pembiş açıyorlardı, şoka girecekler şimdi. Ben Dubai'ye gitmek istiyorum.

10 Ocak 2012

Kurallar

Elif Şafak'ın "Aşk" romanını okurken 40 kuralı hatmetmiş, çok beğenip 2009 yılında kırkını birden buraya da yazmıştım. Şimdi eskilere şöyle bir göz gezdirince bazılarını bana kapak olsun diye yeniden okudum, yeniden yazmadan da edemiyeceğim. 

Sekizinci kural
Başına ne gelirse gelsin karamsarlığa kapılma.
Bütün kapılar kapansa bile, O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar.
Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var.
Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır, Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.
Dokuzuncu kural
Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir?
Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir.
Allah Aşıkları, sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
Onbirinci kural
Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz.
Senden yepyeni taptaze bir "sen" zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.
Ondördüncü kural
Hakk' ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol, bırak hayat sana rağmen değil, 
seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme.
Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?
Ondokuzuncu kural
Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları.
Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir.
Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin, yakında gül yollayacak demektir.
Otuzbirinci kural
Hakk'a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı.
Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir.
Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp...
Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız.
Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar, kimimiz ise ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.
Kırkıncı kural
Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır.Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma!  Ayrımlar ayrımları doğurur.
AŞK' ın ise hiç bir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk,
Ya tam ortasındasındır merkezinde, ya da dışındasındır hasretinde.....







Hayat Ağacı


İkinci filmim "Hayat Ağacı" tesadüfen yine ağaçlı bir film, nasıl denk getirdiysem, şimdi yazarken farkediyorum. Bu Terrence Malick'in Cannes'da 2011 Altın Palmiye ödülü kazanan ve bu sene Oscar kazanacağı garanti diye bakılan olağanüstü şiirsel filmi. Sadece ödül kazandığını ve Brad Pitt ile Sean Pean'in oynadığını (ikisine de bayılırım) biliyordum, başka hiçbir kritik okumamıştım, hiçbir yorum görmemiştim. Sinemada göremedim diye esef etmiştim, yine DVD sini bulunca kaptım. Çok değişik bir film, bazen film değil de belgesel izliyorum sanıyorsun, ilk başlarda bu film mi ödül aldı dediğim oldu. Artistler kayboldu gezegenin oluşumunu izledik, sonra dünyanın çeşitli bölgelerinden geçtik, denizler, çöller, ağaçlar, sular, gökyüzü sonra birden insanın ennn iç dünyasına girdik, tanrıyı aradık, sevgi, otorite, kıskançlık, şefkat, hayal dünyası, ölüm, üzüntü, paylaşma, asilik, saflık ve daha bir      sürü şey var. Anne, baba figürü, kardeşlik, arkadaşlık.
O kadar derinlikli, o kadar naif, o kadar kırılgan derken birden nasıl sert, çarpıcı sarsıcı bir film. Önceleri dağınık gibi görünen ama ilerledikçe aslında ne kadar düzenli olduğu anlaşılan kurgusu ile, görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile, filme müthiş katkısı olan müzikleri yapan Alexandre Desplat ile ve nefis oyunu ile büyük çocuğu oynayan Hunter Mcracken ile ince ince örülmüş nefis bir film. Belki herkes seyredemez, sıkılır, ama görmeyenler için söyleyim; sabredin, seyredin, hatta yalnız başınıza seyredin, her kareyi sindirerek seyredin, her zaman göreceğiniz bir film değil, kaçırmayın sakın. Zaten bu yönetmenden başkası böyle derin içsel sesle konuşan şiir gibi filmleri yapamaz. Aynı yönetmenin yıllar önce (1998) gördüğüm "Thin Red Line"  "İnce Kırmızı Hat" isimli filminden de çok etkilenmiştim. Sözüm ona savaş filmiydi ama insan duygularını derinlemesine anlatışı harikaydı, hala birçok sahne gözümün önündedir. O filmin oyuncularından Jim Caviezel, şimdi bayıldığım Cnbc-e dizisi "Person of Interest" kahramanı olarak yine karşımda. Bu iki filmi de görün derim ve 69 yaşındaki yönetmeni kutlayalım, çok yaşasın diyelim. Filmin afişlerine de dikkatinizi çekerim, hele üstteki....