13 Temmuz 2010

Büyükada

Bir arkadaşımızın doğum gününü kutlamaya Büyükada'ya gittik. Orada yerleşmiş oturan başka arkadaşların organizasyonu ile "Bahçede sinek" adlı bir yere gittik. Maden tarafında set üstünde nefis bir bahçe içinde en fazla 12 kişiye yemek verebilen şirin, özenli servisi, nefis yemekleri, harika müzikleri olan bir yer. Sabah kahvaltıları da pek rağbet görüyormuş. Dünyadan kopup başka bir gezegendeymişsin gibi bir his veriyorlar insana, davranışları, ilgileri, titizlikleri ile, çaldıkları dikkatle seçilmiş caz, soul, blues parçaları ile. Yemekler de çok lezizdi, ama fiyatlar açısından bayağı tuzlu bir yer peşinen söylemeliyim.
Bostancı'dan akşam üzeri motorla keyifle gittik, bu arada adaya artık, vapur ve deniz otobüsünden başka motorlar da çalışıyor. Denizi seyrettik, taze ceviz yedik. Sonra fayton sefası ile tepeye doğru çıktık. Zakkumlar, begonviller salkım saçak evlerin bahçelerinden, yollardan taşıyordu. Önce bahçe kısmında oturduk, Dostlarla sohbet, havadan sudan, müzikten, yemekten, çiçek böcekten,  felsefeye kadar kelimeler gitti geldi aramızda. Aramızda bir felsefe hocası ve tasavvuf uzmanı da olunca doyamadık tabi. Sonra yemeğe geçtik ve doğum günü çocuğu adına sözler, kadehler, cümleler sıralandı, akıp gitti. Çok hoş bir ortam oldu, herkes onunla ilgili cümleler kurdu. Yemeğin lezzeti kadehleri saydıramadı bazılarımıza. Sonra pasta, kahve, çay derken d.günü çocuğu, bu sevgi ve muhabbet çemberi sarmalanışıyla mest oldu. Tabi gece uzayınca vapurlar, motorlar bitti. Hep beraber yollara düştük, adanın havasını, çiçekleri, ağaçları koklayarak ( arada faytonların kötü kokuları olsa da) , güzelim evlere bakarak, eski yapıların bazılarının nefis restorasyonlarını görerek iskeleye kadar yürüdük. İdo'nun deniz taksisi bizi bekliyordu, gecenin yarılarını çoktan geçerken, deniz otobüsünün ufağı 12 kişiye kadar kapasitesi olan bu nefis deniz taksiye kurulup 20 dk da, kendimizi Onasiss'in yatında gidiyor gibi hissederek Bostancı'ya vardık.
Ada'da oturmak eskiden zorluktu, yetersizlikti, bazen eziyetti, bazen hatta korkulu rüya oluyordu. Şimdi bir ayrıcalık olmuş, özellik olmuş, güzellik olmuş. Temiz havası, keyfi, olanakları, gittikçe gelişen imkanlar (belki de gelişmese daha iyi), belediye hizmetleri, meydanları, evleri, parkları, yolları ile sıkıntısız yaşanacak yer bir olmuş. Artık sadece yazlıkçılar veya gayri müslimler değil, daha çok senin benim gibi insanlar özellikle orada ev almaya, kiralamaya, orada yaşamaya başlamışlar, özellikle tercih ediyorlar.
Uzun seneler olmuştu gitmeyeli, daha sık gitmeliyim, daha fazla o güzel keyifleri yaşamalıyız, herşey çok çabuk geçip gidiyor, adanın mimozaları gibi. 

Şeytan Sofrası

Bundan evvelki gidişimde de çıkmamıştım şeytan sofrasına. Taa en eskilerde belki 80 li yıllardan kalma şeyler vardı aklımda. Bir akşam üzeri güneşi batırmak için çıktık. Artık o kadar ticarileşmiş ki, herkes illa oraya gidelim güneşi batıralım, resim çekelim sonra köyümüze dönelim olmuş. Kendi özel araban yoksa, taksiye de kıyamadıysan, dolmuş ile çıkıyorsun ama şoför seni sıkı sıkı tenbihliyor, güneş batar batmaz hemen gelin diye. Ben de mecbur arkadaşıma ve şoföre uydum. Nefis bir manzara, nefis bir güneşin batış anı, havadaki ve denizdeki renkler, böyle bir güzellik, çoluk çocuk, anlayan anlamayan, ilk defa gelen onuncu defa gelen, köylüsü şehirlisi ile adeta içine edilmiş gibi oldu, bütün zevkini, ihtişamını gölgeledi. Bir kere tamam herkes resim çekmek istiyor ama bir de çenelerini tutsalar, çocuklar bağırıyor, kızlar erkeklere makina veya cep telefonu ayarlaması için buyuruyor, erkekler grupla gelenler bira içip daha da bağırarak konuşuyorlar, çocukları kayaların üzerine çıkmış anneler feryatta, veya daha cesaretli olanlar güneşin batışına bakmaktansa en uc kayanın üzerinde nasıl daha afilli poz veririm diye telaş içinde. Neye uğradığımı şaşırdım, arkadaşım sen nerede yaşıyorsun, Mars'tan mı geldin dedi bana, yani bunlar olağan, her yerde varlar anlamında. Halbuki o an bir meditasyon yapar gibi sessiz, huşu içinde kalarak, o güzelliği adeta içine sindirir gibi, gözüne, kalbine, kafana doldurarak seyretmek, istersen dua etmek, istersen resim çekmek ama kimsenin konsantrasyonunu bozmadan o güzelliği yaşamaktır benim için.Çünkü o kadar çabucak oluyorki, hemen denizde kaybolup gidiyor sen resim çekene veya olayı doyasıya seyredene kadar, bare sessizce izle. 
Belki birçok yerde daha da güzel güneş batışı manzaraları yaşanıyordur ama oraya gelmişsin madem tadını çıkar dimi, çene yapma, ortalıkta koşuşturma. Yine de etraf ile ilgimi keserek bu güzel fotoları çekmişim. Battıktan sonra öyle kalıp renklerin yayılmasını izleyemeden hadi dolmuş kalkıyor diye koşturmaktan dayak yemiş gibi oldum, neydi şimdi bu, biz ne yaptık burada oldum. Şoför de zaten nerede kaldınız diye bakıyordu, bütün dolmuştakiler çoktan yerlerini almışlar. Aslında orayı da bir güzelleştirmişler, kafeler, şemsiyeler, çiçekler falan hoş bir alan olmuş. İnşallah bir dahaki sefere arabam ile kendi başıma çıkmak kısmet olur.

Cunda

Nerede kalmıştık ? Bir gün karadan bir gün motorla Cunda'ya gittik. Pazarına rastladık, ne kadar neşeli, cıvıl cıvıl bir pazar, her zaman olduğu gibi adetim üzere her tezgahtan birşey tattım, bazılarından aldım, bazıları ile helalleştik. Nefis domatesler, bal gibi kavun, elleri arasında ufalayınca mis gibi kokan kekik, ve karadut aldım. Buranın karadutu başka birşey, tabağa koyduğum gibi soluğu deniz kenarındaki çay bahçesinde aldım ve üzerine sakızlı dondurma koydurup bata çıka yedim, harikaydı.Bunu başka yerde yapamazsınız işte, hem yöre halkı yani pazarcılar, hem dondurmacılar çok olağan görüyorlar, gel de büyük şehir pazarlarında yap bunu. Sonra bir akşam denizin dibindeki bir lokantada nefis mezeler ile bir kadeh beyaz şarap içtim, ilk defa kalamar şiş yedim (hiç sevmediğim kokoreçe benzettiler) ama güzeldi, şişe geçmiş baharatlı, sulu sıcak hoştu. Kabak çiçeği dolması yemiştim ama bu sefer bir de kabak çiçeği böreğini tattım, sıcak ot dedikleri bir şey geldi, toprak kapta pişirilmiş yoğurtlu nefis birşey. İşte bunları da sadece Ege'de buluyoruz.
Bir gün Cunda'nın tepesinde restore edilen eski değirmen ve kütüphaneye dönüştürülen kiliseyi ve önündeki güzel kafeyi gezdik, bahçesi, duvarları, yolları çok güzel olmuştu. Darısı diğer restore edilmeyi bekleyen kiliselere. Cunda'nın birçok daracık sokaklarındaki eski Rum evlerini büyük şehirlerde yaşayan parası çok kişiler almış restore ettiriyordu, o güzelim evler eski halleri korunarak yenileniyor, uçuk renklerde cumbalı görüntüleri ile harika bir semt oluşturuyorlar. Evvelden yapılan ve kimisi ufak otel, pansiyon veya özel mülk olarak kullanılan binalar da pek güzeldi.  Ayvalıkta yıllardır olan Güler tatlıcısında lor tatlısı, sakızlı kurabiye ve bu sene tattığım havuçlu kek çok güzeldi. Ayrıca çarşının içindeki Gediz mandıradan alacağınız taze lor'un üzerine vişne reçeli koyup yemek bir ömre bedel. Cunda da yemekten sonra bunu tatlı niyetine getirdiler. Bir akşam da Sarımsaklı meydanında belki bir milyon kişinin katıldığı Volkan Konak konserine denk geldik, aman allah herkes bir ağızdan şarkılar, mehtap bir yandan ne geceydi.