1 Aralık 2012

Lodos



Ankara'dan İstanbul'a taşındığımız zaman, tatillerde yazdan yaza geldiğimiz zaman haşır neşir olduğumuz, sonra uzun aylar boyunca hasretini çektiğim denizi her an görmek, kıyısına gitmek artık çok kolaylaşmıştı. Erenköy 'de oturuyorduk ve evden Bağdat caddesine kadar yürümek oradan da denizin dibine kadar gitmek çok basit idi.  Şimdiki gibi sahil doldurulmamıştı, caddeden denize doğru yürüdün mü birkaç çıkmaz sokak vardı orada denize ayağını sokardın neredeyse. Bazı sokakların sonunda salaş çay bahçeleri vardı, denizin dibinde oturup su akar deli bakar misali denizi seyrederdim. O zamanlar rüzgarlarla da yakinen tanışma fırsatım olmuştu, hangi yönden esene ne ad verilir, öyle eserse deniz nasıl olur, hava nasıl olur gibi bilgileri öğrenmeye başlamıştım. Ankara'da esmeyen rüzgarlar eserdi deniz memleketinde. Lodos gibi mesela, sahile vuran dalgaları seyretmek çok hoşuma giderdi, hem azıcık ürkerdim hem de bayılırdım. Lodos estiğini hissedince kız kardeşimle beraber çay bahçesine koşar, denizi, dalgaları yakından seyretmeye dalardık. Tam kara ikliminden gelme denize hasret kızlardık Sonraları işe başlayınca lodos yüzünden işlemeyen vapurlar sayesinde işe gidemediğim günler oldu. Daha daha sonra lodosu çok sevmemeye başladım çünkü her seferinde migrenim tutuyor acaip baş ağrısı çekiyordum. Migrenim tutunca da dünyam kararıyordu bir de lodos havalarda sarhoş gibi bir tuhaf  haller oluyordum. Hani Orhan Veli "beni bu havalar mahvetti" diyordu ya, beni de lodos mahvetmişti, bu rüzgar bünyeye yabancı, uyum sağlamam epey uzun sürdü. Şimdi burada yine lodos fırtınası yaşıyoruz. Saatte 70 - 80 km esiyormuş ama biz kuzeyde olduğumuz için deniz kenarına gidince kabaran dalgaları göremiyoruz, aksine deniz dümdüz ve çok sakin, sadece karada hava feci esiyor, ağaçlar, çiçekler yerlere yatıyor, benim balkondaki sandalye, saksı gibi şeyler uçuyor. Sabah gazete almaya giderken bir ara sürüklendim sanki ama sıcaklık 20 derece. Neyse migren hafif geçiyor, kendimi değişik şeylerle oyalıyorum. Yarın feci sağanak geliyormuş, sulanacağız, hadi bakalım hayırlısı.   

Zeki Müren Müzesi

Doğduğumdan beri hayatımızda olan,  annemin çok severek hem sahnede hem plaklarında, radyoda dinlediği, ailece sesine bayıldığımız, benim de büyüdükçe Türk Sanat Müziğini sevmeye başladıkça fark ettiğim, şarkı sözlerini tane tane söylediği için dinlerken anladığım ve hatta bazı bestelerine halâ aşık olduğum, hayattaki duruşunu çok sonraları anladığım, gerçekten büyük sanatçı olduğunu bir kere daha gözlemlediğim Zeki Müren'in Bodrum'daki müzeye dönüştürülen evini gezmeye gittik. Evin konumu, manzarası yeri şahane. Ne çok isterdim onunla komşu olmayı evine ziyarete gitmeyi, terasında oturup karşılıklı kahve içmeyi. Kocaman bir ev, iki katlı, ferah geniş odalar, antre, mutfak, bahçe, balkon derken harika bir ev. Bütün odalar, bazıları bu evinde yaşarken kullandığı, bazıları İstanbul'daki evinden getirilmiş eşyalarla döşeli, çoğu şey onun bıraktığı gibi muhafaza edilmiş. Kostümleri, ayakkabıları, takıları, özel eşyaları camlı dolaplarda sergileniyor, ev eşyaları benim çocukluk, genç kızlık dönemlerinden kalma (Ankara günlerimi anımsattı), sanki zamanda yolculuğa çıkıyorsunuz. Bütün ihtişamlı hayatına rağmen ne kadar mütevazi, ne kadar sade eşyalar. Çok havalı Buick marka otomobili de bahçedeki camekanlı garajda sergileniyor.
Ben onu sahnede seyredemedim, buna hep dertlenirdim, benim gidebileceğim zaman o sahneleri bırakmıştı, burayı gezince daha da çok dertlendim. Sadece yılbaşında büyük sükseyle çıktığı tv programlarından veya İzmir fuarına çıkacağı veya sahnelerde yeni programa başlayacağı zaman basına yansıyan haberlerinden izlerdik ve o programlarda bu sefer ne giyecek, nasıl bir orjinallik yapacak diye merakla takip ederdik. Ama burada o kostümleri yakından görünce aklım çıktı, o devirde bu kostümleri çizip tasarlamak, diktirmek, işlemelerini yaptırmak ve onları sahnede giymek, o renkler, desenler, aksesuarlar, ayakkabılar (meşhur apartman topuklular) hepsi bir alem ve başka dünyadan gelme gibiler. O yıllarda halkın onu büyük bir sevgi ve saygıyla dinlemesi, sevmesi, takdir etmesi, bağrına basması, ödüllere boğması, hayranlarının gazino kapılarında izdihama yol açmaları boşuna değilmiş daha iyi anladım. Belki tenkit edenler de az değildi ama her zaman onu olduğu gibi kabul ettiler, hiçbir zaman toplum dışına itilmedi. Bir an bugün geldiğimiz noktada buna inanmak bana bile zor geldi. Bu zamanda olsaydı nasıl olurdu ???
Hele sanatçı tarafı, çizdiği desenler, hepsine ayrı isimler vermiş, bazılarını kostümlerinde kullanmış, bazıları tablo gibi. Gerçekten büyük sanatçıymış, acaba gereken ihtimamı gösterdik mi, hakkını ödedik mi diye düşünmeden edemiyorum. Yazın bu müzeye günde 700 kişi geliyormuş, inşallah hep böyle olur ve yıllarca devam eder, unutmayız. Yolu buralara düşenler burayı gezmeyi sakın ihmal etmesinler.