1 Haziran 2010

Ortanca ve Sardunya

Bu sene ilk defa balkonda ortanca yetiştiriyorum. Geçen sene fide olarak almıştım, mevsim yetişmedi sadece birkaç yaprak çıkardı, sonra kış geldi, balkonda üşüdü, dondu, zar zor dayandı. Baharla beraber saksı değiştirdim, gelişti serpildi, yapraklar kocaman oldu ama çiçek vermeyecek herhalde diye bakarken ufak tefek tomurcuk gibi açık yeşil şeyler çıktı, beyazlar gibi oldu, bu arada da habire büyüyorlar, şimdi pembeleşmeye başladılar ve gerçek bir ortancaya benzedi. Ne kadar seviniyorum, acaba bir tane daha açarmı diye bakıyorum.
Kırmızı sardunyam da geçen seneden, bol bol açmıştı, kışın da ölmedi, sadece yaprak kaldı ama dayandı, soğuğa, rüzgara diretti. Baharla birlikte şenlendi, şimdi bir çoşkuyla açıyor ki saksı dar geliyor. Yanındaki pembe arkadaşını bu sene Tuzla'dan aldım, sadece yapraklar vardı, satıcı kız ne renk açacak bilmiyoruz dedi, peki dedim şansıma ne çıkarsa. Böyle güzel birşeyler çıktı, şahane dimi. Bunlar herhalde ithal sardunyalar bizimkilere benzemiyor, yaprakları da çiçekleri de değişik, ama bunları seyretmesi ömre bedel.
Ayrıca bir de ateş çiçeklerim ve begonyalarım var, onlar biraz daha serpilsinler burada yerlerini alacaklar. Her sene balkonda çiçek diye ne yapacağımı şaşırıyorum. Kıştan kalma hercai menekşeler hala canlı ve heyecanlı duruyorlar ama az kaldı ömürleri bence. Ondan önceki çuhalar artık çöpe karıştılar. Bu sene pembe domates yapamadım. Tohumlar fideye dönüşmedi ben de vazgeçtim. Kilolarca toprak taşı, gübre, sıcak, rüzgar, su ayarlaması yap, böcek mi geldi, çiçeklendi mi, meyvaya dönüştümü derken helak oluyorsun. Seneye inşallah.

Mutlukent'de Ebru Sergisi

Bizler 3,5 aylık ebru yapmasını öğrenmeye çalışan acemiler, hamdık, olduk, piştik de bir de sergi açtık. Kursumuz bitiyor, okulların da el işlerini sergileme mevsimi gelmiş meğerse, her gün bir okulda sergi, kermes, şenlik falan filan. Bize de dediler yaptıklarınızı getirin sergi olacak. Aman o acemice yaptığımız işler çerceveciye gidince, uygun renkte paspartu seçilince, bir de uygun çerceve yapılınca bir güzel oldular, bir şaheser durdular, kendimiz de inanamadık, herkes kendi yaptığını dakikalarca seyretti durdu. Meğer ne şahane işler çıkarmışız, meğer ne başarılıymışız kendi kendimize bayıldık. Sergiyi gezen çoğunluk yerel öğrenci, öğretmen ve velilerden oluşsa da, açılışa Gebze'den Halk Eğitim Müdürü, Milli Eğitim Müdürü ve daha bir takım devletlû kişiler gelmiş kurdele kesmişlerdi. Anlayın ne kadar havalara girdik yani. Ne yazık satın almak isteyen çıkmadı ! Halbuki her biri sanki bir Picasso veya Miro eseri kadar yegâneydi. Gelecekte açacağımız veya katılacağımız sergilere! inşallah diyelim, daha çoookkk çalışmamız lazım. Ama hayal etmek bedava nasıl olsa. Bir de sadece ebru yapmakla kalmadık, ebru üzerine bir takım atraksiyonlar da yapmıştık, dikkatinizi çekerim. Fotokopi yoluyla olsa da yaratıcılık başka birşey tabi.....

2.Kütahya Çıkarması

Galiba 2005 senesinde ilk defa Kütahya'ya gitmiştim. Bir arkadaşımın düğünü için. Birkaç arkadaş toplandık, külüstür otobüslerle, arka sıralarda yer bularak, kokular içinde gitmiştik hiç unutmuyorum. Ama olsun mühim olan düğünde bulunmak, arkadaşımızın en önemli gününde yanında olmaktı. Hatta ben önceden gidip kına gecesine bile katılmıştım. Yöresel kıyafetler giymişti çoğu genç kızlar, anneler. Geline kına yakıldı, şarkılar türküler söylendi, daha önce görmediğim güzellikte ve modellerde takılar takıldı, kıymetli taşlardan oluşan aile yadigarı mücevherler, sırma işlemeli kaftan gibi giysiler falan aklım uçmuştu. Bir de Anadolu insanının hal ve tavırları, ömrümde görmemişim böyle yöresel adetler, gelenekler falan. Sonra kocaman bir bahçede kır düğünü, çiçekler, ağaçlar, böcekler eşliğinde, sular akan dereler, köprüler üzerinde, mumlar, ışıklar, masalar, sahne, müzik, danslar, oyun havaları amanınn enn enn olmuştu. Ama dönüş otobüsünün beterliği hala gözümün önünde, daha da bin sene gelmem demiştim. Ama Kütahya değişik bir yerdi, çevredeki Aizanoi tarihi kazı bölgesini, kalıntıları, harabeleri gezmiştik, sonra çini atölyelerine götürmüşlerdi bizi, nasıl çini tabaklar yapılıyor uygulamalı görmüştük, nefis şeyler almış, onları kırmadan eve götüreceğiz diye telef olmuştuk. Şimdi aradan bu kadar zaman geçti, yine bir başka vesile ile gitmek kısmet oldu. Sanki şehrin bir başka bölgesine gitmisiz gibi, sadece meydandaki kocaman çini vazonun olduğu suların aktığı yer hariç hiçbir yeri hatırlamadım.
Bu seferki gidişim "Tasavvuf ve Mistisizm", "Kütahya Foklörü ve Tasavvuf", "Dünden bugüne Kütahya'da Tasavvuf" başlıklı sempozyumları izlemek içindi. Orada yaşayan araştırmacı ve yazar, Tasavvuf hocası Mehmet Dumlu'nun dergahında oturduk, yedik, içtik, söyledik, dinledik, konuştuk, aşk ile dolduk. Dervişler döndü, sevgili Zara billur gibi sesi ile söyledi, ne güzel, ne alçak gönüllü ve sahnede ne kadar muhteşem olan bir hanımmış bayıldım. Dinin, imanın, Allahın, inancın, kitabın, duanın, gönlün, ruhun, kalbin içlerine doğru yolculuk yaptık. Uzman kişilerin birikimlerini dinledik, hikayelerinden ders çıkarttık, bakış ve duruşlarından etkilendik. Bu derya deniz güzelliğin, bu engin kültür ve öğretinin ucundan bir satır daha öğrenmeye çalıştık Gölümüzde olan ama dile getiremediğimiz, içimizde hissedip aktaramadığımız, her zaman öyle olmayı arzuladığımız duygu, düşünce ve duruş ile maddi alemden mana aleme iki güzel gün yaşadık. Yerel sanatçıların yaptığı hat, tezhib, ebru ve halı sanatından örneklerin sergilendiği sergiyi gezdik, yine bir başka seramik ve çinilerin sergilendiği kocaman bir tesiste sohbetler dinledik, alış veriş yaptık. Dostluklar, paylaşmalar, yardımlaşmalar ne güzeldi. Bir de adını unuttuğum bir yerde bir künefe yedik, olmaz böyle birşey, öldüm ve tekrar dirildim. Sadece bunun için bile tekrar gidilir.