23 Aralık 2011

Hastane

Hastane hayatı çok enteresan. Ben ilk böyle bir deneyimi 2002 yılında yaşadım. O zaman özel sağlık sigortası var, Amerikan Hastanesinde bel fıtığı ameliyatı oldum. Tek kişilik oda, ne bakım, ne itina, ne servis ve ne fatura. Sonra 2004 de sinüzit ameliyatı oldum, İst. Cerrahi Hastanesinde, yine özel sağlık sigortası var, tek kişilik oda itinalı bakım, özel alaka, pek güzel. Son ameliyat Marmara Üniversitesi Hastanesinde, artık emekliyiz, özel sağlık sigortası yok, yine de yeni açılmış, gayet güzel bir hastane (öyle olmasa Başbakan gitmezdi dimi???). İki kişilik odalar, içinde tuvaleti duşu var. Temiz, düzenli, çok şükür bütün doktorlarımdan Allah razı olsun, beni iyileştirdiler, sıkıntı, ağrı ve zorluklardan kurtardılar. Kimisi uzun sürdü, kimisi çabucak oldu ama sonunda hepsinden iyileştim ve hala da iyileşiyorum. İnsan onların elinde öyle savunmasız, öyle çaresiz kalıyor ki ne derlerse emir telakki ediyorsun, yapalım tamam yapalım, keselim, biçelim, alalım, bakalım, MR çekelim, aç dur, su bile içme, kan alıcaz, iğne yapıcaz, şimdi uyu, şimdi uyan. Bütün dengem alt üst oldu, neredeyse 2 hafta aç gezdim, öncesi aç git, sonrası hafif ye, ertesi hafta komplikasyon oldu yine gel, aç dur falan filan. Neyse çok şükür şimdi bunları yazabiliyorum. Narkoz aldım, bir de bunun stressi....
Asıl söylemek istediğim, iki hafta üst üste 2 şer gün yattığım için yanımdaki yatağa 3 ayrı hasta geldi gitti. Ben onları gözlüyorum, hepsi de barsak ameliyatı geçirmişlerdi, bir tane şöyle safra kesesi kardeşliği yaşayacağım bir hasta gelmedi yanıma. Hastalar can derdinde, ağrısı var, yemek yiyemiyor, ilaç alıyor falan. Ama refakatçiler çok alem. Birisi sessiz sedasız bir kız, annesi yatıyor ona bakıyor, doktora ne birşey sorabiliyor ne konuşuyor, asistanlar ne derse hee diyor. Ben ona viziteye gelen doktorları dinliyorum sonra tekrar anlatıyorum. İkinci hastanın sülalesi geniş, yine kızı yanında ama kızkardeşi, gelini, görümcesi, abisi, damadı geliyor da geliyor, hepsi de yüksek sesle konuşup bir de sen kalıcan ben kalıcam kavgası yapıyorlar. Son hasta ise yine annesine bakan bir kadın refakatçi ama bunun yaşı var biraz pek genç kız değil. Hastanın yatağının yanındaki dolabı adeta ev mutfağına döndürmüştü. Zannedersiniz ki bir yıllığına geldiler ve bu zaman zarfında refakatçi de hasta da açlıktan kırılmamak için erzak depoladılar. Çay, meyva suyu, meyva, kek, elektirikli kahve makinası, su ısıtıcısı, tabak, bardak, havlu, el bezi, kağıt havlu, ıslak mendil, kolonya, yastık (sanki hastanede yastık yok) bidonlarla su ve daha neler. Aklım çıktı dolabı görünce, birşey değil mikrop barındıracak şeyler. Mucize oldu benden önce çıkardılar, 3 bavulla taşıdı eşyaları. 
Hemşireler bir başka alem, kimisi ne tatlı, ne sevecen içini açıyor, şefkatle yaklaşıyor, kimisi ne cadı, robot gibi, bir azarlama havasında, rap rap rap. Gündüz bir telaş, bir sürü işlem, doktor ziyareti veya asistanları uğruyor, ziyaretçiler var, tamam anladık, erkenden yemek geliyor, sonra bırakın da uyuyalım dimi. Yok, saat başı ateş ölçmeye, tansiyon ölçmeye gelmeler, tam dalacaksın rap kolunda bir alet. Gece uyuyamadığın için sabaha karşı dalıyorsun azıcık, sabahın köründe zıp bir hemşire kanını emiyor, pardon alıyor.Aç iken tahlile gidecek. 
Onların da işi zor ama çooook çok başka bir iş şu tıp dünyasında çalışmak. Çok zor şeyler yapıyorlar, hele asistanlar saatlerce nöbet, kırk hasta, 80 hasta yakını ile baş etmek, laf anlatmak, sonra da hocalarla beraber vizitlerde tekmil vermek. Hocalar da ayrı bir dünya, her ayrı vakanın ayrı değerlendirilmesi, gözden kaçırmamak, vereceği talimatları iyi tanımlamak, atlamamak, takip etmek. Gülen yüzlerle dolaşmak. Sonra hasta bakıcılar var, temizlikçiler var, güvenlikçiler var, ziyaretçiler var.
Benim analizci ve gözlemci bakışlarım ile seyrettiğim hasta olarak yatan günlerim ve ondan öncesi hazırlık için gidip gelmelerimle  gördüklerim, yaşadıklarım roman olur valla, ama çok şükür daha uzun bir müddet Allah muhtaç etmesin. Bütün doktorlarımızın elleri öpülür. 

TAŞLAR

Yandaki fotoğraflarda görüldüğü gibi  deniz kenarındaki taşları çok severim. Hele dalgaların, suyun  sahile doğru gelip sonra tekrar geri çekilirken taşların çıkardığı birbirleriyle çarpışma,  kıpırdanma, oynaşma seslerine  bayılırım. Her yaz plajlardan taş toplarım, minik renkli, çok düzgün şekilli veya şeffaf gibi, veya hiç ummadığın renklerde taşlar. Bir müddet saklarım öyle yapıcam, böyle yapıcam şuraya koyucam, burada saklıyacam derim bir hal olur giderler, ertesi yaz yine toplarım. Zümrüt, Yakut, Turkuaz gibi kıymetli taşlara ayrıca bayılırım, kim zümrüt taşlı bir yüzük, yakut bir küpe beğenmez. Yine fotoğraflarda görüldüğü gibi yarı kıymetli veya doğal taşlarla, ara sıra yaptığım gibi incik boncuk dizmesine de  bayılıyorum. Tam konsantre olunca ne güzel kombinasyonlar meydana geliyor, hangi taşın yanına hangi rengi koyayım, neyin arasına neyi koyarsam daha iyi durur gibi insanı nasıl sürüklüyor nasıl oyalıyor ve arkadaşlara hediye edecek kolye, bilezik gibi şeyler çıkıyor. 
Bahçedeki taşları da seviyorum. Hani yol yaparlar, dekoratif şekillerde döşerler , çiçek ekilecek kısımları ayırmak için yaparlar, ne hoş durur. Beyaz çakıl taşları vardır, bazı arajman çiçeklerin vazolarını süsler, bazen saksıların üzerine koyarım hoş görünür. Sonra taş evleri çok severim. Hele yarısı taş, yarısı ahşap evlere bayılırım. Çok şık taş evler var hep hayalimde bir gün belki öyle evim olur. Fethiye yakınlarındaki kaya köyü ilk gördüğümde dilim tutulmuştu. Mübadele ile terk edilmiş eski Rum evlerinin hep taş evler olduğunu görünce gözlerimden yaş gelmişti. Hem onların hüzünlü hikayesi, hem de güzelim taş evlerin terkedilmiş, bomboş, ıssız bir halde durmaları yüzünden. Sonra Asos'da, Ayvalık'da daha bir sürü yerde ne zaman taş ev görsem içim gider. 
Amaaa safra kesesinde taş hiç hoş değilmiş. Sana verdiği ağrı, sırta vuran sancılar, mide bulantısı bir yana, ya kanala giderse, ya kanalı tıkarsa, ya sarılık yaparsa, ya öyle, ya böyle diye ihtimalleri daha çok fena. Yaz aylarında çektiğim sıkıntılar bu yüzdenmiş, Ekim ayında tesadüfen bir check-up sırasında ultrasonda gözüktü safra kesesinde taşlar inci gibi dizilmişler. Bana kalsa boşver dursunlar diyecektim ama bir gün bir sancı, bir kusma ile bana dünyanın kaç bucak olduğunu gösterince tamam ameliyata gidiyoruz dedim.
Bir telaş, bir korku, zaten tatlı olan canımın yıllar içinde daha da tatlılaştığını, resmen çocuk gibi korktuğumu, zaman zaman tir tir titrediğimi farkettim. Nasıl olacak, nerede olacak, yanımda kim olacak faslından sonra karnıma dört delik ile girip aldılar. Bunca yıl sonra safra kesesi ile vedalaştım, şimdi onsuz ne yaparım diye bakıyorum. Arkasından mideye de bir bakalım kontrol olsun dediler, endoskopi yaptılar. Bunu yapan doktorları kuytuda kıstırıp dövmek istiyorum, uyutucaz dediler ama doz az geldi herhalde,  her şeyi duydum, ben ki ağızına diş fırçasını sokamayan biri olarak ne çektiğimi tahmin edin. Neyse iyi ki bakmışız, midede polipler oluşmuş. Bu senenin stresinden Allah bilir birkaç ayda oluşturmuşumdur. Şimdi patolojiden sonuç bekliyoruz. İyi çıkacaklar, veya değil. Ya öyle kalsın diyeceğiz, ya da ben yine iyice uyutulacağımdan emin olunca endoskopi ile onları alın bitsin diyeceğim. Velhasıl belden aşağı bölgem pek hassas, pek hırpalandı, nekahat devresinde. Bu arada iyice zayıfladım, iyi oldu da, imkan olsaydı da araya bir de estetik sıkıştırıp şöyle karnımı gerdirip, yağları liposakşınlasaydık ne iyi olurdu hazır narkoz almışız. Kader, olmadı işte, ben sabahları yine yürüyorum, koşuyorum, form tutuyorum. Bu saatten sonra bare olanı koruyalım, daha iyisini getiremiyoruz. Aman dikkat edin, ama teşhis konduysa laparoskopi yöntemiyle ameliyat pek kolay 2 günde ayağa kalkıp evine gidiyorsun. Yeter ki kaçak taş falan filan olmasın, sonradan uğraştırmasın....

22 Aralık 2011

Cesaria Evora

Afrika'nın kuzey batısında Cape Verde isimli bir adada dünyaya gelmiş, babasının yanında sokaklarda şarkı söylermiş. Bir gün bir menajer keşfediyor, Paris'e gidiyor meşhur oluyor, fakirlikten kurtuluyor, Gramy kazanıyor, köyündeki eski evin yerine apartman yaptırıyor, başka bir şehirde veya evde yaşamak istemiyor, ana dili Creole'den başka lisanda şarkı söylemiyor. İçkiyi sigarayı bırakamıyor ve 70 yaşında bizlere veda ediyor. 
Benim gözümde sanki içine kapanık, acılarını dışa vurmayan, mutlu olduğunu da çok belli etmek istemeyen, çok fazla neşelenmeye gerek yok, hayat her daim hüzünlüdür, ona göre sakin olun, dengeyi yitirmeyin, anın tadını çıkarın, ne çok fazla varlığa sevinin, ne de çok fazla yokluğa yerinin der gibi bir kadındı. Istanbul'a geldiği zamanlarda iki konserine gidip sahnede onu seyreden, dinleyen, bir konser çıkışında kulise gidip "Sao Vicente di Longe" albümünü bütün orkestra üyelerine de imzalatan birisi olarak bu teşhisi koymak ne kadar doğru bilmiyorum ama içimde uyandırdığı hisler bunlar. Tonton, sahnede seyirci ile çok diyalog kurup konuşmayan, çıplak ayakla sahneye çıktığı için hep halı serili sahnede konser veren, kilolu, ağır yürüyen ama gülümseyince içtenlikle gülen, şahane bir sesi olan kadındı. Pek severdim, şarkıları, sesi ruhuma ilaç gibi gelir. Ne zaman dinlesem bıkmam, döner döner yine dinlerim, yolda, arabada, evde, her zaman her yerde. Her ana uyumlu yumuşacık içinizi yıkayan bir ses. Geç keşfedilip bizlere geç ulaştığı için belki doyamadık, 70 yaş pek erken değil ama çok da değil, keşke kendisine daha iyi bakmış olsaydı, keşke hastalanmayıp bizi bırakmasaydı. Belki yine gelirdi buralara. Belki sadece yeni bir albüm yapardı, biz de onu dinlemeye doyamazdık. Şimdi eski albümlerini döne döne dinleyeceğiz, hele bir Besame Mucho söylemesi var, çok güzel çok çok. Işıklar içinde olsun, rahat uyusun.