29 Ekim 2010

29 Ekim 1923

Bugünlerde belki her zamankinden daha çok Cumhuriyet Bayramını kutlamaya, sahip olduğumuz özgürlüklerin, verilmiş imkanların, kullanabildiğimiz haklarımızın nasıl elde edildiğini hatırlamaya ve bunun için Yüce İnsan Atatürk'ü anmaya ve teşekkür etmeye ihtiyacımız ve mecburiyetimiz var diye düşünüyorum. Bugünlerde sanırım eski filmlerinden birisi yeni bulunmuş ve tv de örnekler gösteriliyor, bir konuşmasından alıntılar veriyorlar. Meğerse sesi ne kadar kendine yakışan, ne kadar etkileyici bir tondaymış. Teknik imkanlar geliştikçe eskiye ait şeyler çok daha sağlıklı bir şekilde günümüze sunuluyor ve gerçeğe uygun oluyor. Yıllarca bazı kendini bilmezler sesinin tonu ile alay ettiler, dillerine dolayıp bundan bile bir pislik atma vesilesi umdular. Ama onun değerini bilenler buna hiç takılmadılar, yaptıklarıyla, bize kazandırdıklarıyla değerlendirip işin aslına baktılar. Umarım o kendini bilmezler şimdi gerçekleri duyunca bozum olup otururlar ve seslerini keserler. Bakalım başka ne bulacaklar pislik atmak için. Cumhuriyet Bayramımızın 87. yıldönümü kutlu olsun. Teşekkürler Büyük Atatürk.

27 Ekim 2010

Günlük misafirlerim

Yazın başından beri mutfağıma her sabah gelen bir misafirim var. Malum sıcaktı, balkon kapısı açık duruyoruz, ya balkonda oturuyorum ya da sıcaktan gölgeye kaçıyorum. Halâ bu mevsimde bile, eğer hava biraz iyi gibiyse, rüzgar yok ama güneş varsa ben yine kapıyı açıyorum havalandırma, hava alma, oksijen soluma adına, balkonu silme, çiçeklere su verme adına, etrafı seyretme adına, her ne şekil ve şart ise ne zaman kapı veya pencere açılıyorsa bu Arı, arzı endam ediyor. Ama her sabah geldi yaa, her sabah dolandı durdu, tek başına ve eminim aynı Arı, balkonda mutfakta bir içeri bir dışarı geziniyor, sokacak diye dertleniyorum.  ilk günler gazete havlu ne varsa sallıyorum, seni öldürmeyeceğim ama git başımdan diye kovalıyordum. Birkaç ay sonra pes ettim başladım onunla konuşmaya hoşgeldin, nereden geliyorsun, niye geliyorsun, ne istiyorsun, bak beni sokarsan çok kızarım, tamam hadi gez dolaş sonra git ama demeye başladım, yine olmadı bu sefer evdeki reçel çeşitlerini ona sunmaya başladım ve sonunda da ellerimle yaptığım şeftali reçeli kavanozu başında fotografını çektim. Hani bir işaret koyma imkanım olsa kanadına iz yapar bakalım seneye de gelecekmi diye meraklanacaktım. Bir dili olsaydı da konuşsaydı veya ben onun dilinden keşke anlasaydım ne derdi acaba. Bu sıralar hava serin ve yağışlı pek uğramıyor, zaten balkon kapısı da açık oturmuyoruz artık. Sevgili Arı arkadaşım nerelerde acaba.
Geçen gün de yine kuvvetli bir yağış sonrası yine nereden geldiğini bilemediğim sümüklüböcek duvarda arzı endam etti. Ne ileri ne geri, yapıştırılmış gibi iki gün aynı noktada durdu, 3. gün yok olmuştu nasıl gitti nereye gitti bilemedim. Onu da alıp düz duvar üzerine koyacaktım ama hadi ellemeyim kendi başına takılsın demiştim. Acaba bu güzelim sakız sardunyalarımın içinden mi çıkmıştı. Bu arada maşallah onlar da pek güzel açıyorlar ama güneş lazım, yoksa solmaya başlıyacaklar.
İşte balkonda böyle ziyaretçilerim var, tabi uçan kargaları, balkon kenarına konan güvercin, kumru veya saka kuşlarını saymıyorum artık, onlar diğerleri kadar samimi değiller, öyle içeriye girmiyorlar pek.

Gökkuşağı

Alkım, ebemkuşağı, alaimsema, gökkuşağı...
Hepsi aynı anlama geliyor, ama en çok gökkuşağı kullanılıyor galiba. Ben küçükken alaimsema kelimesini öğrenmiştim ve çok hoşuma giderdi söylemesi. Alkım'ı da şimdi öğrendim, hiç bilmiyordum. Yağmurdan sonra güneş açınca, havada bu renkli kuşak oluşunca ben çok şaşırır nasıl oluyor böyle birşey diye hayretler içinde kalırdım. Sonradan fiziksel kimyasal ne gibi oluşumlardan sonra meydana geldiğini öğrensem de, okullarda okutulup kafamıza girsede ben yine de (halâ hem de) bunun sihirli birşey olduğunu, her ne kadar meteorolojik bir olay olmasına rağmen neden her yağmurdan her güneş açmasından sonra çıkmadığı için, kırk yılda bir çıktığı zaman gerçekten çok önemli, çok olağanüstü, sihirli ve gizemli birşey olduğunu düşünüyorum ve deli gibi seviniyorum. Buna herkesin rastlamadığını, herkesin görmediğini, onu farketmenin (veya onun sana gözükmesinin) özel birşey olduğunu düşünürüm, yani öyle zannediyorum. Geçen sene köprünün üstünde görünmüştü, bütün Istanbul görmüştü herkes fotografçı kesilmişti, hem de iki tane birden çıkmıştı, tam köprünün üzerinde oluşmuştu, o sırada ben de arabayla köprünün üstünden, gökkuşağının altından geçiyordum, ne yapacağımı şaşırmış, çocuklar gibi sevinçten zıplamıştım arabada. Bu sene yine gözüktü bana, evde iş yapıyordum, yağmur yağdı bir hayli, sonra güneş açtı, balkona çıktım ortalığa bakmaya, balkonu sileceğim falan, bir kafayı kaldırdım bu güzelim gökkuşağı karşımda uzanıyor ve pırıl pırıl bir güneş, arada bir bulutlara girip çıkıyor ama belki 10 dakika alaimsemayı seyrettim, fotografını çektim, yine çok sevindim, yine sihirli birşey oldu dedim kendi kendime. Acaba başkaları da görüyormu bunu diye konuşa konuşa etrafa bakındım, kaç kişi daha gördü acaba, kaç kişiye daha göründü acaba.....  

Tefekkür

""""Tefekkür derin düşünme, nesnelerin algısından soyutlanıp bilincin kendini kendisine nesne yapabilme edimi. Kendinin ben olarak farkındalığına erişip varlığın birlik ve bütünlüğü ile bağ kurmak. Yani öğretilmemiş, öğrenilmemiş, ama yaşanmış, yani nefiste deneyimlenmiş özsel bilginin eylemi....
Öncelikle nesnenin bilinç üzerindeki etkisi kısılmalı. Sokağın gürültüsünden, hatta müzikten, giderek günün kulakta uğuldayan vızıltısından kurtulmak gerekir. Kuş öter, sinek konar, araba fren yapar.... Bırakmazlar ki düşünebilsin, kendiyle buluşabilsin insan. Yine de akıl günün etkileşiminden kendisini koparıp içinde bulunulan âna yaklaşmalıdır. Etrafındakilerin dırdırlarına kulak vermeyerek içteki karanlığa yüzünü dönmeli ve dıştan gelen etkilere karşı umursamaz olmalıdır.
     Karnı çok aç olmamalı mütefekkirin, aksi takdirde uzaklaşılmaya çalışılan bedenin algısı kendini daha fazla hissettirir. Soyutlanmaya ve ihtiyaçsızlığa ulaşmaya çalışılırken, her tür yemeğin kokusunu algılar beyin. Tam tersi de insan üzerinde aynı güce sahiptir. Dolu bir mide ruha ağırlık vereceğinden, düşünme ve hakikati arama isteği çeşitli bahanelerle bilinçten uzaklaştırılır. Tatlı bir rehavet çöker ve yanıldığında vicdan azabı olarak kendini gösteren uykuya teslim olur insna. Buna şeytanın fısıldaması diyenler de vardır. Tuvalet ihtiyaçlarının da görülmesi ve masanın başına bu nevi ihtiyaçlardan temizlenmiş olarak geçilmesi gerekir. Aksi takdirde, tefekkür doğanın çağrısına yenik düşer ve insan kendisini klozet başında bir eli yanağında düşündüğünü unutmamaya çalışarak bulur. Ve tuvaletten sonra devam edilmeye çalışılan tefekkür, uyandıktan sonra tekrar aynı rüyaya devam etmeyi istemek kadar beyhûdedir.
     Çok parası olmamalı tefekküre soyunan insanın. Varsıllık sahip olunanları getirir bilince sürekli. Konut vergisi, apt toplantısı, aidatlar, motordan gelen garip ses zihnine takılır ve zenginliğin zahmeti olarak durur müteferrikin önünde. Zenginlik sahte bir sahiplik hissi verir, sanki gerçekten sahipmiş ve ebediyen ayrılmayacakmış gibi gelir insana. Ne yazık ki fakirlik de benzer şekilde dikkatin kaybolmasına neden olur. Yarın için çekilen kaygılar, yerine getirilememiş sözler, fantaziye dönen umutlar, içinden çıkılamayan hesaplar.
Yine de tefekkür için en öenmli şart sağlıklı olmaktır. En ufak bir uzuvda meydana gelebilecek bir arıza vücudun tamamını uyaracağından, bedenden çıkıp düşünce okyanusuna dalmak mümkün değildir. Sağlık, sıhhat tam ve kâmil olmalıdır. Sağlam kafanın sağlam bir vücuda gereksinim duyduğu savı buradan ileri gelir. Psişik etkileri anmaya gerek dahi yoktur. Zira psişik etkilerin tefekküre olan olumsuz etkisi, bedenin etkisinin on katıdır. Vesvese ve tasalar külliyen bir kenara itilmelidir.
       Ayrıca hava şartları da çok önemlidir. Soğruk bir hava sürekli olarak titreyen ve ısınmak için iradeye yalvaran zavallı bedeni avucuna alır. Sıcak ise en korkunç düşmanıdır tefekkürün. Önce terletir, sonra ağır bir uyku başlar. Tefekkür için ilkbaharvari bir iklim şarttır. Dağınıklık ve düzensizlik, alarmı çalan saat gibidir. Tefekküre dalma çabası içindeki insanın dikkatini kendi üzerine çekmeye çalışan kötü niyetli ifritler gibidir dağınık masanın üzerindeki her bir şey. En önemlisi yarının planının önceden yapılması zorunluluğudur, ihtiyaçlar giderilmeli, notlar alınmalı ve eksiksiz bir yarın hazırlanmalıdır. Aksi halde "yarın" veya diğer adıyla "sorumluluk hissiyatı içindeki bilinmeyen sonra" ya hazırlık boğazını sıkar insanın....
       Ya da...
      Aşk olmalı insanda, merak ettiğine çekilmeli samimi duygularıyla. O zaman sağlık sorunları, gürültülü, yarın sorumlulukları, varsıllıklar, yoksulluklar, midenin açlığı tokluğu, sıcak, soğuk... hiç bir şey engel olamaz düşünmeye. Zira düşünce kendi müridine sonsuz eli açıklık içindedir, yeter ki insan düşünmenin zevkli dünyasını istesin. Düşünce yoluyla kendinden zevk almayı dilesin. Düşünme eylemi ile hiçbir yere varılamayacağına iman etmiş düşüncesizlerin isimleri, tefekküre nelerin engel olduğu bölümünde anılmalıdır.
      Doğrusu, derin düşünme aydınlanmayı sağlamayabilir, Tanrıyı da buldurmayabilir, ayrıca tefekkür birçok beklenti karşısında beyhude bir çabaya da dönüşebilir, ama ne olmadığını bilmenin ve dolayısıyle neyin önünde olduğunun farkındalığı ve bu idrak karşısında edinilecek fikir ancak mütefekkirin zevkindedir. Tefekkür geçmiş ile bağlarını koparmış ve yarın ile hepten ilgisiz olarak şimdi ve buradadır.
Yazık ki tefekküre dalmak tasarrufunda değildir insanın, yoksa kim ister yoksunluklar dünyasına dönmeyi....""""

Bu da sözünü ettiğim vakfın "Düşün-ü-yorum" dergisinde yazan sevgili İzzet Erş'in yazısından kısaltarak aktardığım ve çok beğendiğim bir makale.