31 Aralık 2009

Yılbaşı



Bu yılın son gününde son duygularımı yazayım dedim. Resimde gördüğünüz gibi benim yılbaşı klasiğim, kapıma astığım süsler, bu sene hem kapı içine hem dışına astım. Bir de Atatürk çiçeği (yılbaşı çiçeği) almak. O da salonun baş köşesini süslüyor. Bunları görünce kendimi iyi hissediyorum. Her sene olduğu gibi yeni yıldan çok beklentiler, eskisinde olan biteni hemen kısacık film şeriti gibi göz önünden geçirmek ve heyecanla yeni yılın birşeyler getireceğini, hayatının bambaşka olacağını zannetmek, içinde böyle hisler falan taşımak, ona büyük anlamlar yüklemek, dualar, dilekler, istekler, hayaller falanlar filanlar... yok bu sene bende. Herhangi bir gün gibi, hatta çalışıyormuşum da sanki bir hafta sonu akşamı gibi hissediyorum. Hani yarın tatil çok uyuyacağız hissi gibi. Yemeklerimi yaptım, güzelce soframı süsleyeceğim, şarabımı koyacağım, geçeceğim TV nin karşısına hem yiyip içip hem de zap yapacağım ve kanalların neler hazırladıklarını seyredeceğim. Arkadaşların bazısı evde toplandı, bazısı dışarıda yemeğe gidiyorlar, sağ olsunlar hepsi bizimle gel, bana gel dedi. Ben de kendimdeki beklentileri kırmak adına hem de gerçekten ennnn içimin ne istediğini dinledikten sonra kendi evimde kendimle başbaşa olmaya karar verdim. Daha huzurlu ve rahat olacağım, böyle daha iyi hissediyorum. Herkese iyi eğlenceler, keyifler, yeni yılınız kutlu olsun. Bu yıl Allah hepimize, kendimizin ve bütünün hayrı için ne kismet ettiyse versin, bunları almak, yaşamak ve anlamak nasip etsin.

18 Aralık 2009

Aralık 2009


Bu seneyi de bitiriyoruz şurada on gün kaldı. Eskiden tek seneler çift seneler gibi takıntılarım vardı, tek seneler pek iyi gelmezdi, sanki çift seneler daha iyi geçerdi falan filan. Bu senenin bir muhasebesini yapıyorum bu günlerde. 2009'a benim eski evde arkadaşlarla beraber toplanıp yemek yiyip, dans edip, tv ye bakıp, sohbetler, şarkılar, sarılıp öpüşmeler eşliğinde girmiştik. Epey gülmüştük, epey derin derin konuşmuştuk. İyi temenniler, ufak tefek hediyeler, gır gır şamata derken tam 24.00 de kutlaşmalardan sonra kapının eşiğinde nar patlatmıştık, sonra da üzerinden hoplayıp zıplayarak geçmiştik. Bereketli olsun, bu sene çok yer gezelim görelim diye dilekler tutarak. Bana öyle geldi valla.
Zaten hemen yılbaşının ertesi günü o kar kış kıyamette Ankara'ya yola çıkmıştım. Yolda tren bozulmuş, Ankara'ya 100 km kala yolda kalmıştık, trenin bir parçası buz tutmuştu, saatlerce gelecek yeni parçayı beklerken donmuştuk. Yeni yıla başlama şekline bak demiştim. Ondan sonra çeşitli vesilelerle yurt içinde habire bir yerlere gittim geldim, arabayla, uçakla, otobüsle kaç seyahat yaptım. Nar patlatmanın faideleri !! bunlar dedim.
Sonra yeni yıla girerken 2008' in son günlerinde eski arabamı satıp yenisini almıştım, 2009'u yeni arabamla karşılamıştım, ayy ne kadar sevinçliydim, gıcır 1. el araba. Borç var ama çalışıyorum ya öderim dertlenme dedim kendime. Dünya krize girmiş, gittikçe daha fena olacağız diyorlar, ben dua üstüne dua çok şükür yarabbi işim var, sağlığım var, arabam var, kirada olsa evim var deyip duruyordum. Sonra 1 Nisan şakası gibi işten ayrılmam gerçeği yüzümde elimde, içimde, gövdemim her yerinde patladı, krizin bana da uğradı. Sonrası malum Mayıs'tan itibaren kendi evim diye buralara taşınma, yerleşme, alışma çabaları, uzun zaman evle uğraşmalar, etraf tanıma, arada biraz tatil, sonra yeni çevrede neler yapabilirim araştırmaları, çokca özlem, herşeye rağmen her zaman şükür duaları, biraz sıkılmalar, çokca ne olacak düşünceleri, her sıkılmadan sonra kendini ve herşeyi akışa bırak telkinleri ile bu günlere geliş.
Hayatımda bu kadar köklü bir değişikliğin bu kadar çabucak olması ve zamanın bu kadar çabucak geçip gitmesi karşısında elim ayağım, dilim tutuluyor, sadece çok şükür allahım bu günleri de aratma diyorum.
Bu sene başka şeyler de öğrendim. Arkadaşlık, dostluk neymiş nereye kadarmış, nasılmış meğerse. En yakın arkadaşlarım dediklerin veya uzaktan arkadaşların, yahutta bu benim dostumdur dediğin az sayıdaki kişilerin, yer, durum, mevki, şartlar ve şekle bağlı olarak ne kadar ve ne zaman senin yanında yer alıyorlar veya almıyorlarmış onu öğrendim. Seni nasıl değerlendiriyorlar veya seni nereye koyuyorlar veya koymuyorlarmış. Dost acı söyler, gerçekleri söyliyelim, sen de gerçeklerle yüzleş, artık olanları kabullen gibi konu başlıkları altında nasıl keskin hatlar çizerek, belki bilmeden belki bilerek can acıtıcı oluyorlar veya ne kadar gönül alıcı oluyorlarmış. Seni sen olarak değerlendiren, her zaman bunu ön planda tutan, her ne durumlarda olursa olsun farketmeyen davranışlarla yanında arkanda önünde olanlar gibi, durumlardan vazife çıkarıp kendi egolarını sivrilten ve yardımcı oluyoruz aslında hisleri içinde gerçekten kırıcı, yıkıcı olanlar da varmış. Nasıl kalbini açan, nasıl moral veren, nasıl yardımcı olmak için çırpınanın yanında, nasıl kendini mukayese edip iyi hisseden, nasıl küçük dağlar benim, büyükler de babamındı zaten olanlar da varmış. Nasıl hiç ummadığın halde yaptıkları veya söyledikleri ile sevinçten gözlerini yaşartanlar gibi, üzüntüden yaşartanlar da varmış.
Ben bunları öğrendim, öğreniyorum, halâ şaşırıyorum, hiç şaşırmıyorum, ama olgunlaşıyorum, zayıflamış gibi görünsem de daha kuvvetleniyorum. Çatlaklarım, kırıklarım çoğalıyor ama hamurum daha sıkılaşıyor, daha sivrilerimi törpülüyor, yuvarlaklarımı köşeliyorum. Daha anlayışlı, daha affedici daha şükreden birisi olmam için gerekli vesileler bunlar diye düşünüp sakin ol, hiçbirşey olmamış gibi davran ve devam diyorum. Sukûnet ve sessizlik içinde olmak çok daha gürültülü bir çoşkuyu anlatır bence. Ama anlayana tabi...
Senenin başındaki ile sonundaki halim ve duygularım 180 derece farklı belki ama ben kendimi halâ çok seviyorum ve takdir ediyorum.
2010 resimdeki nar gibi bereket, neşe, çoşku, canlılık, heyecan getirsin inşallah. Sağlık ve huzur dolu günlerimiz yeni ve güzel şeylerle dolu olsun.

Lale Soğanları

Baharda açan o güzelim laleleri şimdiden ekmek lazımmış. Buranın mahalle pazarındaki çiçekcim bahardan beri her mevsime göre ondan aldığım çiçeklerle beni bilgilendiriyor, yönlendiriyor. Onlar da balkonumu şenlendiriyorlar.
Begonyalar hala diri ve renkli duruyorlar valla. Ama bu soğuklara dayanacaklarmı bilemedim, atmaya da kıyamıyorum, sardunyalarla beraber balkonda duruyorlar, onlara arkadaş olarak hercai menekşeler aldım ama nedense bir türlü canlanıp şenlenemediler. Sağlam fide değillermi nedir, onları yakındaki seradan almıştım, kazıklandım mı acaba ! anlayamadım. Ayrıca açelyam da bir açılıp bir kapanıyor. Yazdan kalma Ortancalar bile daha bebekler ama bakalım dayanacaklarmı.













Şimdi de kasım sonu gibi aldığım lale soğanlarımı ektim. Ambalajın üzerindeki görüntüleri pek hoş, bakalım mart nisan gibi inşallah öyle güzel çıkarlar. Balkonu olmak ve balkonda birşeyler yetiştirmek, sonra onları seyretmek pek zevkli oluyor, kasvetli günlere neşelenme vesilesi.
Baharı bekleyen kumrular gibi....

11 Aralık 2009

Kasım - Aralık

Epeydir yazamadım, ne yazayım diye düşündüm. Elim varmadı, içimi dökemedim. Şimdi yine açıldım galiba. Ne kötü bir kasım ayı geçirdim. Ankara'dan okuldan iki arkadaşımın anneleri, bir İtalyan arkadaşımın annesi ve iki kızkardeşi, bir başka arkadaşımın k.validesi ve daha uzaktan yakından tanıdığım birçok kişi öldü. Arka arkaya habire ölüm haberi aldım. Ankara'ya cenazeye gittik, zor günler geçti, eski hatıralar canlandı. Eski evimizin, okulun yollarından geçtim, annemi babamı tekrar düşündüm, hele annemi ne kadar erken kaybettiğime esef ettim, ne kadar çok özlediğimi bir kere daha hissettim. Zaten Kasım onun öldüğü aydı, 18 yıl geçmiş. Nasıl olur diye düşününce kafam bulanıyor, hala kabullenemiyorum.
Hayatın nasıl hiçbirşey olmamış gibi hızla akıp gittiğine şaşıyorum, benim de diğer insanlar gibi hiçbirşey olmamışçasına nasıl herşeyi unutup tekrar normal hayatı yaşayabildiğime hayret ediyorum, esef ediyorum, nasıl olur yaa diyorum. Ama oluyor işte, ister kabul et ister etme, bu kadar acımasız, bu kadar dümdüz herşey devam ediyor.
Sonra iki arkadaşım ciddi ameliyat geçirdi. Çok şükür iyiler, sonra bir arkadaşımın kötü hastalığa yakalandığını öğrendim. Ne kadar genç, ne kadar güzel, ne kadar hayat dolu bir kadın, çok klasik olacak ama herkese gelirde ona gelmezdi bu hastalık. Nasıl olur, neden olur, ne kadar zaman diye sorgularken yıkılıyor insan. Allahtan kendisi bizden daha kuvvetli, neredeyse bizi teselli ediyor. Nasıl hazırım herşeye, nasıl herşey kabulümdür diye dimdik duruyor, ağızım açık bakakalıyorum ona. İnşallah mucize olur, bunu da yener, herşey geçip biter, bütün duam böyle onun için.
Sonra Aralık geldi, soğuklar başladı, bu evde ilk defa kış yaşayacağım, ilk defa kombi ile ısınmayı göreceğim, ısınacakmıyım- kaç para gidecek hesapları arasında gidip geliyorum. Eğer sabah çok yağmur yağmıyorsa yine yürüyüşe, koşuya çıkıyorum bir saat spordan sonra gazetemi alıp eve dönüyorum, kahvaltı, gazete, kahve derken öğlen oluyor. Öğleden sonraki kasvetli saatler bazen çok çabuk, kolayca bazen çok zor, çok uzun geçiyor, hatta geçmiyor.
2009 senesi de bitiyor, yine aynı düşünceler içinde, nasıl oldu nasıl geçti, nasıl böyle çabucak oldu hisleri ve konuşmaları içindeyim. Herşey sanki bir göz açıp kapayana kadar oluyor. Benim anlamam hazmetmem bu hıza yetişmiyor. Yine bütün sokaklar, mağazalar süslenme püslenme telaşı içinde, insanlar hediye alma, ne giyecek, nereye gidecek planları içinde koşuşturmaların en hareketlisi yaşanıyor sanıyorum.
Ama burası o kadar sessiz sakin, o kadar dünyadan kopuk gibi duruyorki, hayat varmı, yoksa başka bir gezegendemiyiz diye düşünüyorum çoğu zaman. Tabi insanın o andaki haleti ruhiyesine göre bu güzel, avantajlı, rahat bir durum da olabiliyor veya kabus gibi sıkıcı, depresif bir durum da olabiliyor. Şehir karmaşasından uzak, araba park problemi olmayan, yeşillik içinde temiz havası olan, sessiz, sakin bir yer, huzur diyarı. Veya bazen benim için ölsem kimsenin duymayacağı, yapacak hiçbirşey olmayan, insanların bile ortalıkta gözükmediği, hiçbir aktivitenin olmadığı dümdüz biryer. Benim gibi şehir çocuğu için tam açık hava hapishanesi.
Hadi yine olumlu düşünelim, bardağın dolu tarafına bakalım, hoş ve avantajlı yönlerini görelim....

16 Ekim 2009

Elif Şafak'ın "AŞK" romanından, çok hoşuma gitmişti hepsi.

Birinci Kural:
Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar.
Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanilacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sende korku ve utanç içindesin coğunlukla.
Yok eğer Tanrı dendi mi evvela ask, merhamet ve sefkat anliyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
Ikinci Kural:
Hak Yol' unda ilerlemek yürek isidir, akıl işi değil.
Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil.
Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil!
Üçüncü Kural:
Kuran dört seviyede okunabilir. Ilk seviye zahiri manadir.
Sonraki batini mana…
Üçüncü batıninin batinisidir.
Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalir tarif etmeye.
Dördüncü Kural:
Kainattaki her zerrede Allah' in sifatlarini bulabilirsin, cunku O camide, mescidde, kilisede, havrada degil, her yerdedir.
Allah' i gorup yasayan olmadigi gibi, O' nu gorup ölen de yoktur. Kim O' nu bulursa sonsuza dek O' nda kalir.
Beşinci Kural:
Aklin kimyası ile aşkın kimyası baskadir. Akil temkinlidir. Korka korka atar adimlarini.
"Aman sakin kendini" diye tembihler.
Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: " Bırak kendini, ko gitsin! "
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer.
Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!
Altinci Kural:
Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanir.
Se sen ol, kelimelere fazla takilma.
Ask diyarinda dil zaten hukmunu yitirir. Ask dilsiz olur.
Yedinci Kural:
Şu hayatta tek basina inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankisini duyarak, Hakikat' i kesfedemezsin.
Kendini ancak bir baska insanin aynasinda tam olarak gorebilirsin.
Sekizinci Kural:
Basına ne gelirse gelsin karamsarliga kapilma.
Bütün kapılar kapansa bile, O sana kimsenin bilmedigi gizli bir patika acar.
Sen şu anda göremesen de, dar gecitler ardinda nice cennet bahçeleri var.
Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydir.
Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.
Dokuzuncu Kural:
Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir.
Sabır nedir?
Dikene bakip gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir.
Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder.
Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
Onuncu Kural:
Ne yöne gidersen git, -doğu, batı, kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün!
Kendi içine yolculuk eden kisi, sonunda arzi dolasir.
On Birinci Kural:
Ebe bilir ki sanci cekilmeden dogum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz.
Senden yepyeni taptaze bir "sen" zuhur edebilmesi icin zorluklara, sancilara hazir olman gerekir.
On Ikinci Kural:
Aşk bir seferdir.
Bu sefere cikan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa degisir.
Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.
On Üçüncü Kural:
Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayida sahte haci hoca seyh sih var.
Hakiki mürşit seni kendi icine bakmaya ve nefsini asip kendindeki guzellikleri bir bir kesfetmeye yonlendirir.
Tutup da ona hayran olmaya degil.
On Dördüncü Kural:
Hakk' ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol.
Bırak hayat sana ragmen degil, seninle beraber aksin.
"Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endise etme.
Nereden biliyorsun hayatin altinin ustunden daha iyi olmayacağını?
On Besinci Kural:
Allah içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür.
Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz.
Yaşadığımız her hadise, atlattigimiz her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmistir.
Rab noksanlarimizla ayri ayri ugrasir cunku beseriyet denen eser, kusursuzlugu hedefler.
On Altinci Kural:
Kusursuzdur ya Allah, O'nu sevmek kolaydir.
Zor olan hatasiyla sevabiyla fani insanlari sevmektir.
Unutma ki kisi bir seyi ancak sevdigi olcude bilebilir.
Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan'dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layikiyla bilebilir, ne de layikiyla sevebilirsin.
On Yedinci Kural:
Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur.
Onun disindaki her leke ne kadar kotu gorunurse gorunsun, yikandi mi temizlenir, suyla arinir.
Yikamakla cikmayan tek pislik kalplerde yag baglamis haset ve art niyettir.
On Sekizinci Kural:
Tüm kainat olanca katmanlari ve karmasasiyla insanin icinde gizlenmiştir.
Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir.
Seytani kendinde ara; dışında başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir.
Baskalariyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mukafat olarak Yaradan'ı tanir.
On Dokuzuncu Kural:
Başkalarından saygi, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları.
Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir.
Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin.
Yakinda gül yollayacak demektir.
Yirminci Kural:
Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir.
Sen sadece atacagin ilk adimi düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliginden gelir.
Yirmi Birinci Kural:
Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık.
Şayet Allah herkesin tipatip ayni olmasini isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı.
Farklılıklara saygı göstermemek kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk' in mukaddes nizamina saygısızlık etmektir.
Yirmi ikinci Kural:
Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur.
Ama bekri ayni namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur.
Şu hayatta ne yaparsak yapalim, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar degil.
Yirmi Üçüncü Kural:
Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret.
Kimisi oyuncagi o kadar ciddiye alir ki, ağlar perişan olur onun icin.
Kimisi eline alir almaz soyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar.
Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıktan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne de tefrittte. Sufi daima orta yerde...
Yirmi Dördüncü Kural:
Mademki insan eşref-i mahlukattir, yani varliklarin en sereflisi,
Attığı her adımda Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir.
Insan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile gene başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgecmemelidir.
Yirmi Besinci Kural:
Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama.
Ikisi de su an burada mevcut.
Ne zaman birini cikarsiz, hesapsiz ve pazarliksiz sevmeyi basarsak, cennetteyiz aslinda.
Ne vakit birileriyle kavgaya tutussak, nefrete, hasede ve kine bulassak, tepetaklak cehenneme dusuveririz.
Yirmi Altinci Kural:
Kainat yekvucut, tek varliktir. Her sey ve herkes gozunmez iplerle birbirine baglidir.
Sakin kimsenin ahini alma, bir baskasinin hele hele senden zayif olanin canini yakma.
Unutma ki dunyanin oteki ucunda tek bir insanin kederi, tum insanligi mutsuz edebilir.
Ve bir kisinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.
Yirmi Yedinci Kural:
Şu dunya bir dag gibidir. Ona nasil seslenirsen o da sana sesleri oyle aksettirir.
Agzindan hayirli bir laf cikarsa, hayirli laf yankilanir.
Ser cikarsa, sana gerisin geri ser yankilanir.
Oyleyse kim ki senin hakkinda kotu konusur, sen o insan hakkinda kirk gun kirk gece sadece guzel sozler et.
Kirk gunun sonunda goreceksin her sey degismis olacak.
Senin gonlun degisirse dunya degisir.
Yirmi Sekizinci Kural:
Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret.
Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi.
Ne gelecegimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz.
Sufi daima şu anin hakikatini yaşar.
Yirmi Dokuzuncu Kural:
Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir.
Bu sebepten "ne yapalim kaderimiz boyle" deyip boyun bukmekcehalet gostergesidir.
Kader yolun tamamini degil, sadece yol ayrimlarini verir.
Guzergah bellidir ama tum donemeç ve sapaklar yolcuya aittir.
Öyleyse ne hayatına hakimsin ne de hayat karşısında çaresizsin.
Otuzuncu Kural:
Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kinansa, ayiplansa, dedikodusu yapilsa hatta iftiraya ugrasa bile, o agzini acip da kimse hakkinda tek kotu laf etmez.
Sufi kusur gormez. Kusur orter.
Otuz Birinci Kural:
Hakk'a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmali.
Her insan su veya bu sekilde yumusamayi ogrenir.
Kimi bir kaza gecirir, kimi olumcul bir hastalik, kimi ayrilik acisi ceker, kimi maddi kayip...
Hepimiz kalpteki katiliklari cozmeye firsat veren badireler atlatiriz.
Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumusar, kimimiz ise ne yazik ki daha da sertleserek cikar.
Otuz ikinci Kural:
Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldir ki, Tanri'ya saf bir askla baglanabilesin.
Kurallarin olsun ama kurallarini baskalarini dışlamak yahut yargılamak için kullanma.
Bilhassa putlardan uzak dur dost.
Ve sakin kendi dogrularini putlastirma!
Inancin buyuk olsun ama inancinla buyuklul taslama!
Otuz Ucuncu Kural:
Bu dünyada herkes bir sey olmaya calisirken, sen hiç ol. Menzilin yokluk olsun.
Insanin çömlekten farkı olmamali.
Nasil ki çömleği tutan dışındaki biçim degil, içindeki boşluk ise, insani ayakta tutanda benlik zannı değil hiçlik bilincidir.
Otuz Dorduncu Kural:
Hakk'a teslimiyet ne zayiflik ne edilgenlik demektir. Tam tersine, boylesi bir teslimiyet son derece guclu olmayi gerektirir.
Teslim olan insan calkantili ve girdapli sularda debelenmeyi birakir, emin bir beldede yasar.
Otuz Besinci Kural:
Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz.
Mümin içindeki münkirle tanismali, Tanrı’ya inanmayan kişi ise içindeki inananla.
Insan-i kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi.
Ve ancak tezatlari kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.
Otuz Altincı Kural:
Hileden, desiseden endişe etme.
Eger birileri sana tuzak kuruyor zarar vermek istiyorsa, Tanri da onlara tuzak kuruyordur.
Cukur kazanlar o cukura kendileri duser. Bu sisitem karsiliklar esasina gore isler.
Ne bir katre hayir karsiliksiz kalir, ne bir katre ser.
O'nun bilgisi disinda yaprak bile kipirdamaz, Sen sadece buna inan!
Otuz Yedinci Kural:
Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır.
O kadar dakiktir ki, sayesinde her sey zamaninda olur.
Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç.
Her insan icin bir aşık olma zamanı vardir, bir de ölmek zamanı.
Otuz Sekizinci Kural:
"Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?" diye sormak icin hiç bir zaman geç değil.
Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gun bile oncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık.
Her an her nefeste yenilenmeli.
Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.
Otuz Dokuzuncu Kural:
Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar.
Ölen her dürüst insanin yerini bir dürüst insan alır.
Hem bütün hiç bir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır merkezinde...
Hem de bir günden bir güne hiç bir şey aynı olmaz.
Ölen her sufi icin bir sufi daha doğar.
Kırkıncı Kural:
Aşksız gecen bir ömür beyhude yaşanmıştır.
Acaba ilahi ask pesinde mi kosmaliyim mecazi mi, yoksa dunyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma!
Ayrımlar ayrımları doğurur.
AŞK'ın ise hiç bir sıfata ve tamlamaya ihtiyaci yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk
Ya tam ortasındasındır merkezinde, ya da dışındasındır hasretinde.

SARDUNYALAR


Şu sardunya ne güzel bir çiçek, bitiyor yeniden başlıyor, solup gitti diyorsun tekrar canlanıyor, şu altı ay içinde balkonda ne sıcaklar ne rüzgarlar ne soğuklar gördü, kenarda uzun saksıda olanlar cılızlaştılar, zar zor büyümüşlerdi zaten, ama bunlar ne güzelleştiler, açtıkça açıyorlar, renklerin güzelliği her sabah içimi açıyor baktıkça. Aslında bunlar da soluyor gibiydiler, bir ara da çiçekler yok oldu sadece yeşil yaprak oldu hepsi. Ben de ne oluyor bunlara diye biraz yaprakları budamıştım, kendimce şöyle ferahlayıp nefeslensinler, ne bu böyle sırf yaprak demiştim. Valla ne iyi yapmışım, bakın böyle şahane oldular, mevsim geçiyor olmasına rağmen. Bence bunlar kışa bile dayanacaklar, pek güzeller maşallah.

Etli Yaprak Sarma


Şu emeklilik insana neler yaptiriyor. Belki hayatımda 2. defa, (ilkini de hatırlamıyorum ya) oturup yaprak sardım. Pazarcının " abla çok şahane bak illa al, haftaya yine isteyeceksin, Tokat yaprağı bunlar " diyerek neredeyse zorla sattığı yapraklar bir müddet dolapta bekledikten sonra hadi yapalım bakalım dedim. Bugün oturup etli yaprak sarması yaptım. Bir de güzel oldu.
Çalışırken arada bir bıkkınlık halleri gelince, ben artık evde oturup dolma yapmak istiyorum diyordum, başkalarında yediğim zamanlar, amannn ben ne zaman nasıl yapacağım bu sarmaları diyordum. Hem etlisini, hem zeytinyağlısını da pek severim. Yapraklar da güzelmiş hani. Cumartesi gidip pazarcıya tşk etmeli haklıymış. Şimdi hedefte zeytinyağlı lahana sarması var, bakalım onu da bir gün yaparım alimallah.
Ya evi silip süpürmeye, ya hiç yapmadığım veya vakitsizlikten uğraşamadığım yemekleri yapmaya sardırdım. Bazen kek, kurabiye, poğaça diye hevesleniyorum ama dursunlar bakalım sonra da onları yemek var, sabahları boşuna mı koşuyorum tazı gibi. Acaba bütün emekli olanlar böylemi, yoksa ben buralarda sürgünde olduğumdan ne yapacağımı bilemiyorum da böyle mi oluyorum bilemiyorum. Çalışma hayatım devam etse iyi olacak, bunlarla hayat bir şekilde geçiyor ama boğaz işlerine düşmek de işime gelmiyor hani. Eminim biraz sonra örgü örme, kanaviçe yapmalar falan başlayacak, yoksa kafayı üşütmek çok olası...

1 Ekim 2009

EKİM


Eylülü de bitirip, ekime geldik işte. Seneyi bitirmeye 3 ay kaldı, yine herşey supersonik hızda geçip gidiyor. Benim buralara yerleşmeye, alışmaya çalıştığım 5 ayım bitti. Hala evde yerleşmeyi bekleyen tablolar, asılacak resimler var, matkaplı birisini bekliyorlar. Bu sene hayatım kökten değişti ya, hem işi kaybetmek, hem de şehir dışına taşınmak, yeni bir yere alışmaya çalışmak. Sanki beni ve bana ait herşeyi tepe taklak yaptılar gibi hisler içindeyim. Diyeceksiniz ki yeni mi düştü jeton ! Hayır yeni düşmedi ama, geldiğimde mayıstı, bahardı, ev güzeldi, yeni eve yerleşmek, süslemek, sağı solu çekiştirmek, bunca yıldır hiç olmayan bir balkona kavuşup, çiçek, böcek, toprak taşımak, tohumdan fide, fideden bitki yapıp balkonda domates yetiştirmek, büyüyorlar mı, acaba ne lazım, sulama, güneşi ayarlama, çuhaların mevsimi geçti begonyalara bak, açelyalar bitti sardunyaları ek, off çok sıcak oldu, yoruldum ben tatile çıkayım halleri. Sonra bir ay orada burada gezinmeler, deniz, güneş ve ben durumları. Ramazan, bayram seyran derken işte hepsi bitti, sonbahar başlıyor, kış gelecek. Havalar erken kararıyor, akşamları pek soğuk oluyor, hele gündüz kapalı ve yağışlı ise işte o zaman bendeki film kopuyor. Her türlü çabaya, iyimserliğe, iyi şeyler çağrıştırmaya, olumlu düşünüp, olumlu bakmaya v.s rağmen bana esmer günler başlıyor. Herhangi bir iş olmadı, olacağı da pek şüpheli, kriz, yer, kadro, yaş, ve daha bir sürü etkenlerden dolayı. Apartmanda komşu, ahbap v.s edinme gibi şeyler sıfır, insanlar ortalıkta gözükmüyorlardı, yaz tatiliydi, ramazandı, okullar kapalıydı gibi şeyleri, bahane ettim, eh doğru şimdi biraz daha gözükmeye başladılar ama, sabahları spora giderken, yürüyüş yaparken gördüklerim çocuklarını okula götüren veya işe gidenlerle sınırlı.

Kendimi temizliğe vurdum, habire sil, süpür, balkon yıka, çiçekleri temizle, sula, orayı ov, burayı parlat. Yeter helak oluyorum, görücüye mi çıkacağım. Sonra yemeğe vurdum, dolma yaptım, kek yaptım, yeni tarifler kesiyorum, denerim diyorum, birilerini davet etmeye rastlatayım da onlara yedireyim diyorum. Kimse gelmez ise ben yiyorum, kilo alıyorum, zaten eski aldıklarımı veremiyorum. Yeter, tonlu salataya talim !

Hal böyle olunca da ben burada ne yapacağım, burası neresi, ben niye buradayım, nasıl oldu da böyle alt üst oldum, bundan sonra ne olacak, hayat bu kadar mıymış, ben bu kadar mıyım gibi düşünceler silsilesi alıp başını gidiyor. Bilmiyorum ne olacak.
Hadi ben yine sanat dergime, oradan maillerime bakmaya, oradan kitap okumaya, oradan belki DVD seyretmeye döneyim. Yoksa kafayı yeme raddeleri gelip gidiyor. İnşallah ekim sonuna kadar acaip iyi, acaip değişik birşeyler olur da ben de kasım yazımda bunları anlatırım. Keşke şu martı olsaydım.

YAZ BİTTİ 3 -13 EYLÜL


Bu sene yaz mevsimini 2. memleketim dediğim Küçükkuyu'ya giderek açmıştım, kapanışı yine oradan yaptım. Aslında bu gidiş tamamen tatil amaçlı değildi, biraz yardım, biraz göz kulak olma, biraz deniz, biraz nefeslenme falan filan. Arkadaşımın annesine bakıcısı ile birlikte orada eşlik etme düştü bana. Orada kaldığım 10 gün için belki iki ayrı roman yazılır, hani bende o kabiliyet olsa yaşadığım olayları, hayal gücünü de katarak genişlet, işle yaz ne hikayeler çıkardı. Kendi annemi erken kaybettiğim için senelerdir tanıdığım arkadaşımın annesine kendi annem olsaydı ne yapardım, nasıl olurdu gibi gözlerle bakıp onun yerine koyduğum durumlar, ona bakmak için yanımızda bulunan hemen hemen benimle yaşdaş iyi kalpli, merhametli ve çevik bir Gürcü bir kadın ve aslında pek uslu olduğu söylenen ama evden dışarı çıkarılmayan dolayısıyle obez olmuş oyun isteyen, bana göre pek uslu olmayan bir kedi ile başbaşa günler. Bilenler bilir benim kediden korktuğumu, şu son birkaç aydır bu korkumu yenip onlarla aynı odada durduğumu, hala katiyen elleyemediğimi falan fikan. Tatilciler, okullar yakında açılacak, haftaya bayram gibi nedenlerden dolayı motelleri boşaltmış, kimisi evlerini kapatmış dönmüş, kimisi dönüş hazırlığı içinde. Bu yüzden çevre pek sakin sessiz, etraftaki motellerde az müşteri kalmış, iskeleler boşalmış, deniz hep çarşaf gibi, sadece balıkçı motorları ortalıkta, ağ atmalar, ağ toplamalar, onların üzerinde çığlık çığlığa martı sürüleri, güneş hiç acıtmadan yakıyor, sanki kemiklerini ısıtıyor, ama akşamları bayağı serin oluyor, güzdüz mayoyla, şortla gezerken akşam hırkalar çıkıyor, geceleri mehtap nefis, üzüm incir çoğalmış, güzelim domateslerin enn şahane zamanı. Sabah 7.30 - 8.00 gibi kalkıp doğru denize giriyordum, hem uyanma açılma, hem spor olsun. Kimsecikler yok, dümdüz göz alabildiğine uzanan denizde bir tek ben, o baştan bu başa yüzdüm durdum. Sanki deniz ve hava birleşmiş, başka hiçbirşey yok ve içinde de sadece ben varım, öyle başka bir duygu ki anlatmak zor. Bana pek iyi geldi, zaten su, deniz, yüzmek bana hep ilaçtır, herşeyime, her yerime şifa.
Evde 80' ine gelmiş ama hala kafası cin gibi olan, pek fazla konuşmayan ama konuşunca lafı tam yerine oturtan, senin, anlamaz belki veya duymamıştır, veya bilemez şimdi gibi bir sürü ön yargılarını bir anda yerle bir eden, içindeki mücadeleyi hiç bırakmayan, vücudum yetmiyor ama isteklerim var hala, ahh şu kalbim, tansiyonum izin vermiyor ama bir verse daha neler yaparım ben, hisleri içinde olan, hep kazanma hırsı ile dolu, yemek, uyku, veya diğer yapılacak işlerin hep bir program dahilinde, saatlerinin şaşmaz düzenler içinde yürümesini isteyen ve yapan bir hanım. Kahvaltı, öğle yemeği, 5 de çay saati, akşam yemeği, yatma saatleri gibi, herşey tıkır tıkır olmalı. Kulakları çok ağır işitiyor, kulaklık var ama bazen hiç para etmiyor o zaman söylemek istediklerinizi kağıda yazarak okutuyorsunuz ve tepkisini veya yorumlarını bekliyorsunuz. Bu da seni daha sabırlı, daha anlayışlı, daha soğukkanlı yapıyor. Hele benim gibi tez canlı pratik bir insan için ne eziyet! mi diyeyim, ne test! mi diyeyim. Gün boyu meşgul etmek için, tv seyretme, hafif kitap okuma, lif örme gibi seçenekler bitince (hoş bitmese de illa) günde 3 defa kastet denilen bir iskambil oyunu oynuyoruz, bilenler hatırlar, bayağı bir göz ve kafa işletmek isteyen bir oyun, masaya kağıtlar yayılıyor onu oradan bunu buradan devamlı değiştirerek açıyorsun falan filan. Nasıl bir dikkat ve takip etmektir, nasıl bir bakış ve görmedir, nasıl bir kazanma arzusudur, her seferinde elindeki çift jokere rağmen bitmektir. Bana da elimde patlayan sayıları yazmak düştü her seferinde. Neyse bu süre sonunda sağ salim Ankara'ya ulaştırdık ve pek memnun mesut ayrıldık. Bir de bana günde 3 defa neden hala birini bulamadığımı sormasaydı ne iyi olacaktı....

Insan yaş aldıkça şefkat hisleri artıyor, olaylara daha başka gözlerle bakıyorsun, hemen ben böyle olayım veya böyle olmayım inşallah düşünceleri geliştiriyorsun, kocaman oldukları halde nasıl çocuk gibi olduklarını gözlüyorsun. Bazen ayy gençliğinde kimbilir nasıldı diyorsun (eksi, artı manada) bazen de Allahın bir bildiği var, bu insan denilen yaratığın ne muhteşem bir plan program sonucu olduğunu görüyorsun.
Bu hisleri ben bir bebeğe bakarken de hissetmiştim, o gerçekten bambaşka bir duygu, bir bebek karşısında çözülüyorum, elim ayağım birbirine dolanıyor, aklım, hislerim, düşüncelerim, yapabilirliliğim veya beceriksizliğim seller sular nehirler gibi çoşup taşıyor, tutulamaz oluyor. Ama merhamet ve sevgi duygusu nasıl şekilleniyor, nasıl vücut buluyor, seni nerelere götürüp nerelere getiriyor çok güzel anlıyorsun.

Yeğenlerim olunca etrafdaki çocuklara bir başka gözle bakmaya başlamıştım, abim askere gidince askerlere başka türlü baktım, aile büyüklerini kaybedince anne baba figürleri gözümde başka türlü oldu, akraba veya tanıdık yaşlıları gözlemlerken başka şeyler görmeye başladım. Velhasıl hayat hergün yeni bir tecrübe, yeni bir bakış, görüş açısı getiriyor insana. Önemli olan iyi bakmak, baktığını görmek ve kalbini her zamankinden daha fazla şefkat, merhamet, sevgi, saygı gibi yumuşacık hislerle doldurmak artık.

18 Ağustos 2009

Gündoğan'da günbatımı


Güneş batarken böyle şeyler oluyor, bunlar resimde tespit edebildiklerim, ama yine de gerçeği çok daha şahane. Denizden çıkmışsın, duş yapmışsın, hafif birşeyler giymiş balkona kurulmuşsun, elinde bir kadeh şarap öyle kalıyorsun, hayat duruyor, zaman duruyor, deniz duruyor, sadece ufuktaki güneş yavaşca gözden kayboluyor, sonra ortalığı bir renk cümbüşü kaplıyorki tarif edilemez, her an başka bir ton oluyor, ve sen eriyorsun.....

Gündoğan 30 Tem. - 7 Ağus.

Sonra Gündoğan'daki arkadaşın evine geçtim ve dünya varmış dedim. Hava esiyor, etraf sakin, tenha, su ve hayat durgun akıyor. Evin manzarası muhteşem, sabahın köründe güneşin doğuşunu göremiyorsun ama 06/06.30 da uyanırsan göğe yayılan kızıllığı görüyorsun, deniz kıpırtısız, herşey sakin. Akşam güneşin batışı ayrı bir olay, şiir gibi. Ben bile orada şair olabilirdim. Sadece öğleden sonra rüzgar fazla esmeye başlıyor kuzeye baktığı için bazi günler giremedim, sonra hava bana acıdı duruldu, yoksa ne çok poyraz esti. Kayaların üzerinden merdivenle denize iniliyor deniz kenarı epey sersem ediyor insani, ya 12.30 a kadar girip kaçacaksin veya akşam 19.30-20.00 gibi denize gireceksin. Diğer saatler ya havuz başı ya odada uyumaca.Ben de sabah uyanır uyanmaz kahvaltıdan önce 8.00 gibi yüzüyordum, güne dinç başlamak nefis.
Pazarı çok güzel, tüm mahalle pazarları gibi yiyecekten, baharatçıya, giyimden masa örtüsüne, mutfak aletlerinden ayakkabıya herşey var. Sebzelerin, meyvaların en tazesi, hası var. Pembe domates bile buldum. Pazarda Filiz Akın ve kocasını gördüm, t-shirt bakıyorlardı, Filiz Akın hasır şapkası ile pek zarifti. Bu sene Bodrum plajlarında peştemal moda olmuş, bir kere şezlongun üzerine seriyorsun temiz temiz yatıyorsun, kurulanıyorsun çabucak kuruyor, sonra pareo yapıyorsun, saçını sarıyorsun, havlunun altına üstüne ser ne istersen yap, hem şık, hem pratik, hem de pamuklu pek sağlıklı. Pazardan bir kaç renk aldım tabi.
Bizim site küçükbük denilen yerdeydi.Siteye yakın "Sacide'nin Yeri" diye bir yer var, harika mantı, gözleme ve çiğ börek yapıyor, değişik günlerde hepsinden yedim nefisti. Ayrıca Gündoğan sahilinde pek hoş kafeler, balık restoranları var, hatta kumların üzerine masa koyuyorlar pek keyifli.Bazen kahvaltıya bazen akşam yemeğine gittik. Sitedeki evler taş evlerden, önünde cim bahçeler ve harika renklerde açan çiçekler, insanın aklı duruyor. Japon gülü diye bir çiçek var, nasıl katmerli bir çiçek açıyor ama bir gün sonra solup dökülüyor.Ertesi akşam gonca halinde görüyorsun sabaha yine açıyor muhteşem birşey.
Buradaki begonviller sanki Fethiyedekilerden, Antalyadakilerden daha güzel,daha katmerli, canlı, çiçekleri pek dökülüyor ama ben de onları toplayıp masa üzerinde geniş bir kasede biriktiriyordum veya bir dal vazoda dekoratif duruyorlardı. Sardunyalar da ebrulili renkte pek hoşlar.
Ayriyeten ara sıra Yalıkavak ve Türkbükü'ne de baktık, hiçbirşeyden kusur kalmadık. Yalıkavak adeta Ist gibi, gece yolda yürünecek gibi değil, bütün masalar dolu. Buraya kriz uğramamış,Port Marina güzel, ama pek tenhaydı,içindeki diskoda her gece birisi çıkıyormuş, Ferhat Göçer, Fatih Ürek falan...
Ben yine deniz için Türkbükünü seviyorum. Ama o meşhur plajların, ikoncanların olduğu iskeleler değil,köyün kıyısındaki mütevazi kafe veya restoranların önündeki kumsal. Sakin bir deniz, sahilden sığ sonra derinleşiyor, önü açık, karşı sahiller gözüküyor, öyle dambada dumbada müzik yok, sabah kahvaltıya gelip gün boyu kalıyorsun, gözleme, menemen v.s.Sezlong, şemsiye parası yok, yedik, içtiklerin falan. Burada da Derya Baykal'ı kızıyla gördüm, fıstık gibi kadın, biraz kalınlaşmış ama hangimiz olmadık ki ??


Bodrum


Sonracıma otobüse atlayıp Bodrum'a geçtim. Kamil Koç otobüsleri, güzel, klimalı servis saat başı, koltuklar rahat amaaa Antalya'dan Bodrum'a gidene kadar heryere uğradı, 8 saatte gittik. Korkuteli, Fethiye, Göcek, Dalaman, Milas,Yatağan, Muğla derken akşamın 8.30 unda garajlara geldiğimizde 31 derece gösteriyordu. Fethiyedeki 45 dereceden sonra burası yayla gibi geldi bana. Göcek'de dağları delip tünel yapmışlar yol kısalmış sözde !! Önce Halikarnasın karşısındaki yokuştan çıkınca Manastır otelin arkasındaki Barış sitesinde oturan bir akrabada kaldım 2 gece 3 gün. Tipik damsız beyaz badanalı Bodrum evleri, kocaman balkonu var esiyor ama odalar ne sıcak, nefes alamıyorsun. Bahçede çam, malta eriği,incir,limon,nar,mandalina ağaçları.Begonviller heryerden dökülüyor, pembeli beyazlı, morlu. Ama buradaki çır çır böcekleri 24 saat ötüyor, hiç nefes almadan koro halinde devamlı yayındalar. Sabaha karşı susmuşlardı, ezandan sonra yine başladılar, saat 05.30/06.00 gibi nasıl ve niçin öterler bu kadar cırcırlamak anlamadım, uyku haram tabi.Çocukluğumda anneannemin evinde o mecburi öğle uykularında onları dinleyerek uyumakla uyumamak arasında gidip gelirdim. Benim bildiğim öğlende sıcak basınca başlarlar serinlik olunca susarlardı.Neyse yine de Mutlukentte çok duyulmuyorlar diye keyfini çıkarmaya çalıştım ama sabahın körü de çekilmiyorlar. Bodrum çok sıcak, trafik sıkışık,insanlar kalabalık,itiş tıkış, herkes heryerde.Yurdum halkım Bodrum'a akmış.

Antalya 14 - 27 Temmuz

Bu sene olaylar hem çok değişik seyrediyor, hem de herşey çok hızlı oluyor. Galiba artık gün 24 saat değil, 16 saat falan bence. Buraya taşındım, evi yerleştirdim, sonra denizim tuttu. Havuz falan da kesmedi beni. Sağolsun arkadaşların evinden davet alınca düştüm yollara. Önce Antalya'daki arkadaşımın yanına. Liseden beri tanışırız, büyüdük evlendik, çocukları oldu, şimdi kızını evlendirme aşamasında. Lara tarafında güzel bir evi var. Kocaman cim bahçe, havuz, çiçek böcek, ağaçlar. Ama ne çok sıcak, 40 derece oluyordu hava. Serinlemek mümkün değil, havuz suyu da ısınıyor haliyle. Kuyu suyundan şuraya hortumla su mu tutsak dedik. Gün boyunca kaç bardak su içiyorduk acaba?
Antalya çok güzel bir şehir, ben onu şöyle dalyan gibi dalgalı kızıl kahve saçları olan balık etli bir kadına benzetirim. Bu da şimdi aklıma geldi, bu şehir böyle birşey çağırıştırıyor, ne garip dimi. Ankara'da otururken oraya tatile gittiğimiz zaman, ortasında palmiye ağaçları olan kocaman Cumhuriyet bulvarını görünce ne hayran olmuştum. Malum öyle palmiyeler şimdiki gibi heryerde yoktu. Istanbulda palmiyenin ne işi var, o sıcak memleketin, güney yörelerimizin ağacı. Tıpkı Begonviller gibi, ölsem burada begonvil yetiştiremiyorum işte.Neyse o cadde artık eski kalmış, ne kocaman caddeler, alt geçitler, bağlantı yolları yapmışlar, ne çok alışveriş merkezleri var, ne şahane apartmanlar var, önleri derya deniz, falezler üzerinde.Restoranlar, kafeler, hertürlü yeme içme adresleri heryer dolu. Balıktan tut, kebapcıdan çık.Atatürk Parkı yapmışlar, kocaamannn bir alan botanik bahçesi, içinde yürüyüş yolları, restoranlar, cafeler, çay bahçeleri, klüpler var. Araba yolu var, caz'dan pop'a turku'den, klasik'e her türlü müziği çalan yerler var.Falezlerin üzerinden denizi seyrediyorsun, pek güzel.
Konyaaltı tarafında ise bütün kumsal ve gerisindeki alan gündüz plaj, akşamları müzikli yerler şeklinde. Her adımda bir başka yer, kimisi kumlar üzerinde teraslar yapmış, kimisi çimler üzerinde minderler atmış, istisnasız her yerde canlı müzik var, biri gitar çalıp söylüyor, birisi pop orkestra, birisi turkuler,birisi animasyonlar falan bir cümbüştür gidiyor. Geçen seneler küçük küçük el sanatları dükkanları da varmış, bu sene krizden herhalde çoğu kapanmış. Gündüz belki plajlara rağbet vardır ama gece girip oturalım diye kolumuzdan çekeceklerdi nerdeyse.Oraları da kriz fena vurmuş. Ama kumsal ne kadar güzel, kocaman gözün alabildiğine gidiyor.
Antalya'da kızlar sokaklarda bikini ile geziyor,tabi o sıcakta ancak dayanıyorlar, motosikletler üzerinde, yaya olarak, parmak arası, bikini belki bir şort veya pareo, erkekler de ustu cıplak bazen. Kimse de dönüp bakmıyor, kimse laf atmıyor, herkezin elinde bir su şisesi sıcakla boğuşuyor bir an önce klimalı bir yere girelim diye bakıyorlar.
Bir de Bambus plajı. Lara tarafında yılların eskitemediği yer, yenilenmiş,teraslar güzelleşmiş su tertemiz,içinden soğuk su akıntıları var, 28 derece deniz suyu sıcaklığında arada yüzerken serinliyorsunuz.Kayalar üzerinde tahta setler halinde düzenlenmiş.Bütün gün havuzdan sonra bana cennet gibi geldi.Yiyecek, içecek servisi güzel, müzikler güzel. Yiyoz, içiyoz, yatıyoz, adios oldum yani.










30 Haziran 2009

Uzunya 14 Haziran



Hazır gelmişken bir sabah kahvaltısında çoktandır görmediğim arkadaşları da görelim derken yine yollara düştük Demirciköy' deki Uzunya'ya gittik. Bilenler bilir nefis zengin bir kahvaltısı vardır, deniz kenarında bir restoran, kumların üzerine uzayan tahta iskele üstünde masalar şemsiyeler ve kaymaktan domatese, reçelden yumurta çeşitlerine uzayan milyon tane çay içtiğin, sonra üstüne kahve içip, 2 saat sonra yine açıkıp acaba balıkta yesek mi diye düşündüğün bir yer, pek hoşuma gider. Yanında deniz olsun da çamurdan olsun benim için. Arkadaşlar iyi, sohbet koyu, güneş nefis, daha ne olsun yani, ye iç, yat kumların üzerine, ayaklarımı denize soktum ilk defa bu sene, ne ılıktı su, sözümona orası karadeniz. Bu sene burayı da açmış olduk yani...
Bir ara masanın üzerinde kıçında çantası = torbası olan bir böcek gezindi. İlk defa böyle birşey görüyorum, zar zor bu kadar yakından ve net fotosunu çekebildim, acep ne böceğidir bu, nerelerden gelmiş nerelere gidiyordur bilen varmı ?

Küçükkuyu 21 - 24 Haziran 2009


İşte benim ikinci memleketim, yine oradayım. Sağolsun bir arkadaşım annesini Ankara'dan oraya götürürken ben de otobüs ile buradan yola çıktım, sabah oradaydım. Nefis oksijen bol hava, pırıl pırıl deniz ve ben. Bu sene de kısmet oldu ya, çok şükür. Malum ekonomik kriz beni vurdu vuralı hayatımdan ne çok şeyi çıkarmak zorunda kalıyorum ve kalacağım daha da. Artık bu sene buraya yine benim kırk yıllık İdatur Motele gelecek halim olmayacak sanki, dolayısıyla böyle ufak kaçamak çok hoşuma gitti, allah razı olsun onlardan. Yoksa uykularım kaçacaktı küçükkuyu diye diye.
Bazen deniz çok haşin olsa da, çoğu zaman şahaneydi, akşamları hafif kafa çekmeler, mangalda balık, bahçeden rokalar, balkona ve bahçeye çiçek böcek dikmeler, alışveriş, annenin bakımı, yardımcı kadının halleri, son gece yildizları seyrederken UFO görmeler (kimse inanmadı ama ben dürbünle baktım valla UFO'ydu). Velhasıl güzel geçti, kısa ama upuzun bir tatil gibi keyifli geldi. Dönüşte buradaki hava vurdu beni, iki gün habire uyudum, orada oksijen çarpması oldum galiba. Üç buçuk günlük tatil bu kadar olur işte. İnşallah bir daha olur.

Yeniköy 13 -17 Haziran















Bu sefer arka arkaya konserler var, Istanbul'da kalışım dört günlük olacak. Yeniköy'de oturan bir arkadaşıma rezerve yaptırmıştım. Orada otururken ara sıra ona gider gelirdim ama etrafa hiç bu kadar dikkat etmemişim. Ne güzel bir semtmiş orası, hala eski Istanbul'un cumbalı evleri var, daracık sokakları, çiçekler, eski bir kilise, evlerin bahçelerinde muhteşem meyva ağaçları falan. Deniz gören nefis bir balkonu var, gündüz orada takılıp doyasıya denizi içime sindiriyordum, veya sahile inip kahvemi içiyordum. Bitişik bahçedeki dut ağacında gözüm kaldı, çıkıp toplayamadım, balkondan da elim yetişmedi ama kilosu 7 tl den sokaktan aldım patlayıncaya kadar yedik, ne güzeldi o dutlar yaaa. Ayrıyeten kiraz ağacı da var, muhteşem kirazlar sallanıyordu.
Sonra pzt akşamı yine açıkhavada "Kodo" ya gittik. Bu japon davulcuları kaç sene evvel AKM de seyretmiştim, sanki büyülenmiştim ve hemen CD sini almıştım. Sanki bu sefer o kadar etkileyici gelmedi, daha az davul getirmişler, daha danslar, kizlar, kıyafetler falan görselliğe ağırlık vermişler, yine de sonlara doğru enn kocaman davulda karşılıklı iki kişinin performansı ve finalda bütün davulların sahnede yer alarak çalmaları müthişti.
Salı akşamı da yine Aya İrini'de Viyolonselde "Sol Gabetta" isimli şeker İtalyan kız ile "Sonatori De La Gioiosa Marca" isimli İtalya'nın önde gelen topluluklarından Vivaldi ve Hendel dinledik, kızcağız klasik konser değilde pop orkestra ile pop müzik çalıyormuş gibi fıkır fıkır yerinde duramadı, ork çalarken yerinde dans etti falan pek de güzeldi. Daha konserler var ama benim program bu kadar, kapanış yaptık. Bakalım kısmet Caz programında nelere gidebileceğim.

Loreena McKennitt 13 Haziran


Yine yollardayım, öğleden sonra çıktım neredeyse yarım saate Ist. varıyorum ama orada ilerliyemiyorum, Bağdat cad. düşmek gafletinde bulundum, saatlerce gideceğim yere ilerleyemedim. Nasılda unutmuşum buranın trafiğini, insanların hepsinin buraya geldiğini, hem de cumartesi günü ne aymazlık yani. İşlerimi bitirip bu sefer bir başka arkadaş ile buluşup açıkhavadaki Loreena konserine gittik. Seneler önce yine seyretmiştik. Meğer bu hanım bizi bizden daha iyi tanıyormuş, Bursa'da da bir konseri olacakmış, daha önceki gelişinde Amasya, Kastamonu yöresini gezmiş, kuzeyde yaşayam lazların ve daha önceki Rum pontusların müziğinden etkilenmiş, İskoçya'daki Kelt'lerin müzüğünden besteleri vardı zaten bilirdik, bizim müziğimizden etkilenip bestelri varmış, memleket çok güzelmiş, Ankara yöresindeki Hattuşaşlıları okumuş ve daha bir sürü şey. Zaten kendisi pek mistik bir hanım, çok duygulu, sakin, alçak gönüllü, egosuz, yumuşak, ama ne hoş ve kuvvetli bir ses, yeni şarkıları, eski şarkıları derken tıklılm tıklım dolu açıkhavayı inletti. Orkestra elemanları çok şeker ve hepsi çok başarılıydı, kendisi piyano, arp, akordeon çaldı, orkestradakiler ud, kemençe, tabla ve bildiğimiz diğer enstrümanları çok şahane çaldılar mest olduk. Tabi bis parçası bildiğimiz, bir zamanlar Beyoğlu'nun her köşesinde çalan Nilüfer'in de türkçesini "özlediğim şimdi çok uzaklarda" diye yaptığı "Secrets" albümündeki parça oldu, hep beraber ayakta söyledik.

Istanbul 10 Haziran 2009


Taşındıktan bir ay sonra Istanbul'a gittim, önceleri buraya sürgüne gönderildim, hiç gidemiyeceğim sanmıştım, yani öyle bir psikolojiye girmiştim. Gittim, Aya İrini'de konser vardı, festivalden de geri kalamam ya. Bir arkadaşımı aldım, giyindik süslendik konsere gittik, tekrar o atmosferi yaşadım, şehirli insanları gördüm, Suna Kan ve arkadaşlarının konserini içimize çektik. Sultanahmet araç trafiğine kapatılmış, insanlar, turistler, çoluk çocuk herkes ortalıkta, mısırcı simitçi (bu arada simiti çok özlüyorum burada yok niyeyse) baloncu, herşey var, hava mis, insanlar güzel şık, yaz başlamış gidiyor bile, nefis bir akşam oldu Acıbadem'e döndük akşam orada kaldım, ertesi gün ver elini Nişantaşı, milattan önce terzide kalmış elbisem, ayakkabıcı, mağazalar, indirimler, kuruyemişci, D&R dan alınacaklar tekmili birden işimi bitirip tekrar mutlukentime döndüm. İşte oluyormuş, hapiste değilsin, günübirlik de gidip dönersin dedim kendi kendime. Daha sırada bir sürü konser var, inşallah.

21 Mayıs 2009

Mutlukent'de Ben (8 Mayıs 2009)

Sonunda oldu işte, taşındım, kendi evimde oturmaya başladım. Istanbul'dan ayrıldım, yabancı bir yerde yalnız başıma yine ayakta durmaya çalışacağım. Dünyanın sonu değilmiş, Istanbul' da olmayınca bir yerim eksilmiyormuş, yine nefes alıyorum, yine akşam yatıp sabah kalkıyorum, yine bir düzen kurmaya ve hayatın devam ettiğini ispatlarcasına yaşamaya devam edeceğim.

Ama yerleşmek toplanmaktan daha zor, daha mı detaylı acaba, yoksa ben aylak olduğum için herşeyi detaylı bir şekilde yapacağım diye hepten dağılıyorum. Koli yapmaktan anam ağlamıştı, şimdi açmaktan babam ağladı. Ne çok koli yapmışım aç aç bitmiyor, çıkanları bir oraya bir buraya taşımaktan, oraya sığdı, buraya sığmadı, yok öyle yok böyle dursun diye bakmaktan bir hal oldum. Amele gibiyim, ellerim, tırnaklarım ters döndü, kollarım, bacaklarım tutmuyor, belim koptu, ne uyku, ne doğru dürüst yemek. İlk bir hafta çok tuhaf oldum, ne sabah oluyor ne akşam oluyor, zombi gibiydim. Evde hergün en az iki usta, elektrikçi, tesisatçı, marangoz, Bosch servisi, kablo TV ci, internet bağlayıcısı, Digitürkcü, Doğalgazcı, biri deliyor, birisi çakıyor, biri gidiyor biri geliyor. Eski evde tıkır tıkır çalışan bulaşık makinası buraya gelince çalışmadı, çamaşır makinasını bağladığımız gider borusu tıkalıymış ilk yıkamada sular eve yayıldı, dolaplar sığmadı, sehpa sığmadı, hiçbirşey sığmadı, ben delirdim, habire sigara içtim, hala da azıtmış bir şekilde içiyorum. Sonra biraz daha şekillenmeye başladı, ben elimde elektrik süpürgesi ( bunu icat edene hergün hayır duaları gönderiyorum) her ustanın tepesinde veya ayağının altında tırrr şeklinde, ben siliyorum yarım saate kalmadan ortalık yeniden batıyor. Tam 10. günde temizlikçi kızla beraber heryeri kazıdık, yerlestirdik, bağlanacaklar bağlandı, halı, kilim, koltuk yastık derken yerleştirdik ve ev eve benzedi. Benim hala yerleşecek dolaplarım var, banyodan tut, yatak odasına kadar, salondaki resimlerden tablolara kadar bir sürü şey hala beni bekliyor ama olsun, kapıdan girince bir eve girdiğini anlıyorsun, bir de şirin oldu, ufak ama sevimli bir daire şimdi. Çok şükür bu günleri gördüğüme, balkonda güneşlendiğime, çiçeklerime fidelerime günler doğmasına, tam karşımdan mehtabın çıkmasına, evin sıcak olmasına, herşeyin benim için güzel görünmesine, yeni olmasına ve benim olmasına çok şükür, çok teşekkürler.

30 Nisan 2009

23 Nisan Çocuk Bayramı













23 Nisanda Gündoğan meydanında protokolde Belediye Başkanı, Kaymakam, Ordu Komutanı, öğretmenler ve Velilerden oluşan topluluk önünde ilkokul öğrencileri kolbastı oynadılar, pek şekerdi hepsi. Güneşte hayvanlar mutlu mesut, deniz ve çiçekler mis gibi huzur içindeydiler.

23 Nisanda Bodrum
















Bunca yorgunluğa, moralsizliğe, yapılacak bin türlü işe rağmen önceden almış olduğum uçak biletlerimi değiştirmedim, sanki çalışıyormuşum gibi aradaki cumayı da katıp, 4 günlüğüne çarşamba akşamından Bodrum'a gittim. Eksik olmasın her zaman herşeye yardımcı olan bir arkadaşım beni misafir etti. Gündoğan'da harika taş evlerden oluşmuş bir sitede kalıyor. Sitenin bahçesinden ve etraftan çektiğim fotolar. Bu çiçeklere baktıkça içim açıldı. Buraya koyamadığım daha bir sürüsü de arşivlerde duruyor. Bu kadar çeşit, bu kadar renk cümbüşü, güzellik, papatyasından gelinciklere, sardunyalardan kaktüslere kadar ne çok çeşit bitki örtüsü var. İlk iki gün hayli soğuk ve rüzgarlı gelen hava sonra ısındı, havuz kenarında güneşlendim bile. Deniz hala buz gibi, suya giremeden sadece seyrettim. Yalıkavakta kahvaltı, akşamları balık, Türkbükünde çay kahve keyifi, Bodrum merkezde sokak arası turlamalar, arkadaşlarla buluşmalar, at çiftliğinde brunch, yolda koyunlar, uyuma, kitap okuma, denizi seyretme, kafayı boşaltma, enerji toplama, umutlu olma, yeni gelecek şeylere hazırlanma, düşünme, sonra hiç düşünmeme, akışa bırakma ve dua etme. İşte dört günlük birşey.
Oraya yerleşirmiyim diye bakma, iş bulurmuyum diye düşünme, burada ne yaparım diye sorma. Herşey olabilir, yeterki beklemesini, bakmasını, görmesini bileyim. İnşallah taşındıktan ve yerleştikten sonra yine denize girmeye, dinlenmeye ve morallenmeye gidebilirim. Hayat burada sanki daha hafif, daha kolay, herşey daha iyi gidiyormuş gibi görünüyor. Bu hisler benim içimde mi, yoksa bulunduğum yerde mi??
Belki de burada iş bulurum, mevsimlik çalışırım, kismet, her an herşey olabilir.





Mutlukent

Adı üstünde mutlu insanların yaşadığı yer gibi düşünür insan değil mi inşallah öyledir. Benim de bundan sonraki hayatımı geçireceğim yer olacak, Şekerpınarı dolaylarında bir bölge, ufak bir dairem vardı, üç sene içinde iki kiracı oturdu çıktı, tam yenisi ile kira kontratı yapacaktım, iş bitti haberi geldi, aynı güne denk gelirmi bu kadar mı olur tesadüf yani. Ama tesadüf değil işte sanki ?
Neyse şimdi orasını kendime alıştırmaya çalışıyorum, kendi evim, badanası, boyası, çelik kapısı, parkesi yapılmış, güneş gören balkonu olan küçük ama sevimli bir yer. Herkes orada nasıl yaşıyorsa ben de yaşayacağım. Beş dakkada Beşiktaş, on dakkada Nişantaşı yapamıyacağım, bir dolmuşla Taksim'e çıkamıyacağım, yürüyerek sinemaya, konsere gidemiyeceğim, market on adım mesafede değil, arkadaşlar hele hiç değil. Ama çok şükür arabam var, bir saat içinde yine şehre gelebilirim, sosyal aktiviteleri azaltarak, dostlarla daha seyrek görüşerek, birşeylere daha uzaktan, daha yavaş, daha sakin bakabilirim, belki biraz kendi tempomu yavaşlatırım ve de daha çok içe dönerim diye düşünüyorum. Insan sözlerine, dileklerine çok dikkat etmeli. Birgün otururken, tv veya gazete haberlerinden, olaylardan, insanlardan, olan biten abukluklardan o kadar sıkılmış, o kadar bunalmıştım ki, ben inzivaya çekilmek istiyorum yaa demiştim. Bunlardan uzaklaşmak istiyorum, ruhumu dinlendirmek istiyorum demiştim. Öyle dünya nimetlerinden elini eteğini çekmek değil de mücadele, kavga, karmaşa, koşturma olmadan yaşamak, hırslardan arınmak, stresle yaşamamak, herşeyin ve her anın tadını çıkarmak, niye dünyaya geldiğimi hatırlamak, sakin ve asude yaşamak istiyorum diye geçirmiştim. Belki de bu isteğim gerçekleşecek. Yeni taşınacağım yerdeki bir komşu burada huzuru bulursunuz, korkmayın demişti. İnşallah diyorum.

Nisan Şakası - 01 Nisan 2009

Aynen 1 Nisan şakası gibi oldu işten çıkarılacağımı söylemeleri. Durdu durdu bu tarihi buldu. Yeniden yapılanmaya gideceklermiş, başka türlü çalışma sistemi kurulacakmış, vs vs .
Eğer yeni bir iş olmazsa 33 sene 3 aylık çalışma hayatım sona erdi. Bu kriz döneminde, bu yaşta, bu memlekette, tekrar yeniden başlamak zor, emekli parası ile kirada oturmak daha zor, çalışmadan yaşamaya çalışmak enn zoru. Bu yüzden en kestirmeden ne yapabilirim diye düşününce bu diyardan göç etmek ehveni şer olacak. Zaten bir gün Istanbul'u terketmek için konuşup duruyorduk, esas emekli olup çekileceğimiz hayatı hayal ediyorduk, ben Ayvalık'a yerleşmeyi, çiçek, domates yetiştirmeyi, doğaya, denize, çiçek böceğe bakmayı hayal ediyordum. Ama böyle birdenbire değil, kendimi alıştıra alıştıra, belki yavaş geçişler halinde, ve de en önemlisi kendi isteğimle. Şu borcu da bitireyim, onu da yapayım, bunu da alayım sonra ehh artık tamam derim. Evdeki hesap çarşıya uymadı, Allah bu işler senin planlamanla değil benim planımla olacak dedi. Sen bir türlü kendi elinle yapamıyacaksın, ben sana böyle yaptıracağım dedi. Belkide iyi eyledi, hayırlısı olsun diyorum. Her işte bir hayır vardır, hiçbirşey tesadüf eseri değildir. Çok üzülüyorum ama belli etmiyorum.
Bu inancım gün geçtikçe kuvvetleniyor ve hayat bana ne veriyor, daha da neler getirecek diye bakmaya ve görmeye çalışıyorum. Şimdi eşyaları topluyorum, kullanmadığım, dursun sonra bakarım dediğim, belki lazım olur dediğim, giymediğim, takmadığım, kullanmadığım eski yeni ne varsa paketliyorum birilerine dağıtıyorum. Azalmam, hafiflemem lazım gideceğim ev küçük oraya sığmam lazım. Insan ne çok şey biriktiriyor, veya ne çok şey evde birikiyor. Öyle eskici bir tip olmadığım halde, daha buraya taşınalı birbuçuk sene olup, zaten gelirken birsürü şeyi attığım halde yine de ne çok şey varmış elden çıkması gereken. İnşallah gittikleri yere, insana faydalı olurlar, güle güle kullanırlar. Sadeleşmek lazım, azalmak lazım, hafiflemek lazım. O zaman başka gerekli şeylere yer açılıyor galiba.

30 Mart 2009

Kitaplar, Konserler, Filmler

Bu yağmurlu ve kasvetli giden hava yüzünden daraldığım bunaldığım günlerde Oscar adayı olan veya kazanan iyi filmleri seyredip, yeni keşfettiğim kitapları okuyarak ve Borusan Filarmoninin konserlerini dinleyerek teselli buluyorum. "The Reader", "Milk", "Doubt", "Benjamin Button", "Revolutionary Road" "Grand Torino", "Frost Nixon" gibi filmler harikaydı.
Son bir yıldır birkaç kitabı aynı anda okuma eğilimindeyim. R.Şanal kitaplarını keşfettim, TV deki programını her sefer yakalayamıyorum ama "Kuantum Düşünce Tekniği" ile başladığım seriye, "Kuantum Sıçrama", "Kuantum Olumlama", ve şimdi "Kuantum ve Kur'an" ile devam ediyorum. Bununla paralel giden Su ile ilgili kitaplar var, tasavvufa ait bir kitap var. "Bab-ı Esrar", "Aşk" sırada bekliyorlar. Ne çok isterdim şöyle hızlı okuma kabiliyetim olsaydı da hepsini çabucak okuyup yutsaydım.
Bu yılın başından beri düşüncelerimde, görüşlerimde, isteklerimde daha fazla içe dönme, daha çok kendimle hesaplaşma, ne yapıyorum, nereye gidiyorum, ne istiyorum şeklinde bir eğilim var. Sorgulamalarım daha derine doğru oluyor, kendimi, herşeyi ve herkesi daha olumlu nasıl yaparım, nasıl bu şekilde davranırım, daha iyilik, sevgi dolu olabiliriz diye kafa yormak istiyorum. Tasavvufun güzelliğini daha derinden anlayarak, uygulamaya geçirerek benimsemek, hayat tarzım şekline getirmek hislerim gittikçe artıyor.
Yine müziğe sığınarak ferahlıyorum, Funda Arar'ın ve Zuhal Olcay'ın son çıkan albümleri ve tesadüfen keşfettiğim Yücel Arzen+Devrim Gürenç ikilisinin "Bir Aşk On Şarkı" isimli albümdeki şarkılar insana kendini iyi hissettiriyor. İyiki film, müzik ve kitap var.

29 Mart 2009

2009 YILI BAŞLADI, GİDİYOR

Biraz geç kalmış bir yazı olacak ama ben ancak vakit bulup konsantre oluyorum.
Yeni yıl geldi ve üç ay bitti bile. Ben şimdiki işimde 9 aylık oldum. 33 yıl + 3 aydır çalışıyorum.
Bazen çok zor geliyor, bazen çok hoş oluyor, bazen 5 yıl daha giderim diyorum, bazen 1 gün daha dayanamıyacağım gibi oluyorum, bir anda cinnet geçirip herşeyi havalara atıp bağırarak kaçmak geliyor içimden. Ama yaş almak insana sağduyusunu daha çok kullanmayı öğretiyor sanki, daha çok sabırlı olabileceğini, olması gerektiğini gösteriyor. Kendimi yeniden tanıyorum sanki, evvelden bu gibi bir durumda çantamı alıp gitmiştim, ben babama bile tamah etmedim sana mı edeceğim durumları aklıma geliyor ama demiyorum, dememem lazım. Hele şimdi şu zamanda, bu durumda, bu devirde. Kriz, alternatifsizlik, birşeylerden kopamamak, değişikliğe direnmek mi acaba ? Yoksa yerine koyamadığım bir plan yüzünden mi henüz bilemiyorum ama belki de hepsi birden. Zor veya kolay çalışmaya devam, binlerce kere şükürler olsun diyerek.

Ocak sonunda ilk arabam 1997 model Beyaz Uno arabamı satıp, kendime doğum günüm hediyesi olarak 2009 Dacia Sandero araba aldım. İnşallah borcumu ödeyip sağlıkla, huzurla kullanabilirim, çok hoşuma gidiyor yeni arkadaşım.

Şubatın ilk gününden Martın 25 ine kadar hergün yağan yağmur, kasvetli hava, soğuk beni depresyona soktu. Gün gün saydım, hergün yağdı, ya tüm gün, ya yarım gün. Resmen daraldım, bunaldım, güneş diye bağırdım. Neyse son 3-5 gündür güneş görüyoruz, ve inşallah ısınacağız. Baharlar patladı ama çoşamadılar şöyle gönlünce ağaçlar, çiçekler, böcekler. Ben de balkonda kendime güzellikler yapıyorum.

Daha sonra bu seneki Pembe Domates girişimlerimi de yazacağım. Tohumları çimlendirmeden fide yapmaya doğru giden yol.

17 Şubat 2009

ORKİDELER











Bu çiçeklerle tanışmam pek yeni. Zaten de kaç senedir bizim memleketimizde varlar sanki. Eskiden ithal edilirdi, şimdilerde burada da yetiştiriliyor ama çok da pahalılar. Ofise patronumun eşinin özel merakı olarak daha ortada tomurcukları bile yokken kocaman yaprakları ve bir sopa halinde alındı ve bu köşeye yerleştirilip beklemeye başlandı, ortalama 2 ayda bu hale geldiler, böyle güzellik, böyle renkler, böyle zerafet görmedim, bakmaya kıyamıyorum, doyamıyorum. Boşuna değil yani, bir hanımın sevdiğinden bir orkide hediye alması nefis bir şey olmalı ???