İlk okuldan beri kitap okumayi çok seven, gittikçe edebiyata gönül veren, sonra da yazmayı keşfeden, böylece hem içini rahatca döken, hemde bir gün bir gazete ekinde köşe yazma hayali ile yaşayan bendenizin, zamana, duruma, olaylara, iç halime göre döktürdükleri.

Karşı evlerin çatılarına martılar konuyor, konuşuyorlar, yiyecek arıyorlar, sonra hepsi birden havalanıyorlar, arada kargalar geliyor, havada birbirlerine rastlıyorlar, ağaçların dallarına konup öyle bekliyorlar, düşünüyorlar, sonra bir ses oluyor jet gibi havalanıp kaçıyorlar. Ağaçlar yapraklarını döktü iyice çıplak kaldı, şimdi arkalarında ne var ne yok meydana çıktı, gece ışıklı daha bir güzel oluyorlar, gündüz sanki hüzünlü, çıplak dallar, kurumuş yapraklar tek tük. İlk geldiğimde yemyeşillerdi, ne kadar çoktu arkası gözükmüyordu, fotograflarını çekemedim, sonra sarardılar, kızardılar, yine çekemedim, şimdi hepsi yerlerde, hatta onlar bile bitti, çöpçüler süpürdü gitti. Bu başlangıç olsun, kış ile başladık, bakalım dört mevsim görecekmiyim burada. Hava kapalıyken pek kasvetli, ama güneş olunca ışıl ışıl seyretmesi güzel.

Bu bayram günleri hüzünlü günler bence. Şimdi aile büyükleri, anne baba varsa ve yakında oturuyorlarsa iyi, uzakta iseler, gitmek mi zor, kalmak mı zor, tatile gidip kafa mı dinlesen aile ziyaretleri mi yapsan ikilemi içinde buluyorsun kendini. Ayrıca artık eskisi gibi ev gezmeleri, büyükleri ziyaretleri de kimsenin merakı değil niyese. Eğer rahmetli olmuşlarsa daha da zor, özlemek, eski günleri aramak, kaç yaşına gelirsen gel, hala çocuk gibi hissetmek ve ellerini öpmek istemek ne kadar zor oluyor, hele mezarlarında ziyaret edip erken gittin diye konuşmak ne hüzün, ne acı veriyor. Hele ailede büyük kalmamışsa veya kalanlar da uzakta ise, hele sen buralarda yalnız birbaşınaysan eğer...







Yine yeniden bir kere daha Ist. Caz Festivalini yaşıyoruz. Bu sene zaten son birkaç yıldır olduğu gibi Istanbul konserden ve festivalden geçilmiyor, her sene yeni açılan yerlerle beraber bir konserler dizisidir gidiyor. Eskiden sadece tv de seyrettiğimiz veya sadece CD lerde, kasetlerde dinlediğimiz gruplar, şarkıcılar peş peşe geliyorlar ve Istanbul'u sallıyorlar. (Bu kelime de çok hoşuma gider, yeri geldiğinde çok güzel ifade eder duygularımı). Mesela "Shakira Istanbul'u salladı" diye yazdı gazeteler. Nasıl uydu dimi, gerçekden muhteşem olmuş konser ben gidemedim. Neyse benim gittiklerimden iki tanesi aşağıdaki gibiydi. Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda iki konser dinledim, seyrettim. 


Vişnezade parkının yeni resimlerini de çekmiştim ama ne kadar uzun oldu yine buraya koyamadım, hem de iki satır yazamadım. Şu bunalım sıcaklar olmasa hergün gideceğim bu parka ama klimalı ofisden çıkmamak işime geliyor. Neyse o feci haftayı atlattık ama ofisde bir gün klima arızası yüzünden buharlaşıp yok olmamıza az kalmıştı. Resmen ekşi ekşi koktuk hepimiz, ben de 18.00 bekleyemeden kaçmıştım. Şimdi elektrikler kesilecek diye ödüm kopuyor. 




Bu çiçeklerin (ağaç gibi) adını bilen varmı acaba ? Mayısın başında açtılar, yol boyunca sıralanmısşlardı, ne güzel kokuyorlardı, böyle harika sarı sarı açtı çiçekler, şimdi artık tohuma kaçtılar. Ama bir türlü adlarını öğrenemedim. G-Mall 'dan Nişantaşına çıkarken yol boyunca hep vardı. Bilen bana da söylesin lütfeeennn....



Sonra program bitince yine olduğumuz yerde geriye dönerek, yine sloganlarla, şarkılarla, her birini defalarca söylediğimiz "Dağ başını duman almış" ve "10.yıl" marşları ile dönüş yoluna geçtik. Çağlayan, Mecidiyeköy, Şişli, Osmanbey derken ben ayrıldım, grup Taksim'e devam etmiş. Ama dönüş yolunda geçtiğimiz her yoldaki evlerden sarkan bayraklar, ellerinde sallayan insanlar, pencereden balkondan bize el sallayan veya marşlara eşlik eden insanlar, bir de, balkonda gördüğümüz elinde bayrak olan yaşlı bir amca veya teyzeyi bizim durup alkışlarla ona eşlik edip sonra tekrar yürümemiz görülecek şeylerdi. Insan içindeyken anlamıyormuş, orada olduğum halde akşam tv den seyrederken tekrar gözlerim yaşardı.




İşte bana bu yaşımın, bu senenin hediyesi, yakın gözlükler. Aslında senelerdir uzağı göremem, TV seyrederken, sinemada veya araba kullanırken miyop gözlüklerimi takardım. Şimdi gazete veya ilaç içi kağıtları okumakda zorlanıyordum. Doktora gittim, miyop yarı yarıya iyileşmiş, hipermetrop fazlalaşmış (zaten herkesde 40'ından sonra illa olurmuş) az biraz da astimat varmış, şöyle ortaya karışık bir reçete çıktı. Aldım gözlükçüye götürdüm, eski uzak çerçeveye miyopları yapacak, birgün lazım olur diye birkaç sene evvel İtalya' dan aldığım yakın gözlük çercevesine de benim yakın camları takacaklar. Gözlükçü bey sen benim kemik çerceveyi kır, buyrun buradan çerçeve beğenin dedi. Ayol ben onu almışım getirmişim, bir gün nasıl olsa lazım olacak diye saklamışım, daha kullanamadan, adamın elinde çıt gitmiş. Ne üzüldüm ama ne yapacaksın, oradan yeni birşey seçtim, yapıldı şimdi alışacağım da bir şey okurken takacağım, veya ipleri boynumda öyle sallandırarak gezineceğim, her an birşeye yakından bakmak icap eder diye. Halbuki ben daha renkli lens denemesi yapmak istiyordum. Hani şu resim çektirmece yeşil gözlü olsam nasıl olurmuşmuşum acaba gibilerden...
24 Ocak benim yaş günümdü, benim için hoş heyecanlı bir gün ama, geçmiş tarihimize bakarsak pek de sevinçli bir gün değil. 1980 yıllarının 24 ocak kararları, 1994 de Uğur Mumcu vefatı, 2001 Gaffar Okan vefatı ve 2007 İsmail Cem vefatı yine bugüne denk geldi. Benim için pek üzücü oluyor aynı zamanda. Gittikçe enteresan bir gün oluyor bu tarih. 



Sonra Gagai denilen Frikyalılardan kalma tarihi yerlerde gezdik, kaya mezarları vardı, kayaların içine oyulmuş mağaralar vardı, surların üzerine tahta evler çivilemişler, etraf portakal, nar, mandalina bahçeleri dolu, arasından patika yol geçiyor, durup dalından koparıp yedik, mis gibi kokuyorlar, ellerimiz kollarımızı doldurduk, hergün bedava portakal mandalin. Burada migrosda 2,5 YTL, sinir oldum.
eya rüzgar sesi, veya kuş sesi.
Yağmurda veya rüzgarda sallanması, gıcırdaması pek keyifli değildi ama sakin havalarda reçine kokusu eşliğinde uyumak çok enteresandı. Ufacık bir fanla ısınıyordum, bir tek odanın içinde tuvalet yok, sabah mahmurluğu pijamalarla tuvalete koşmak ve diğer müşterilerle karşılaşmak bayağı değişik bir manzaraydı. Restoran kısmında kocaman bir kuzine soba yanıyor, odun kokusu etrafı sarıyor, üzerinde ekmek kızartması mı istersin, kestane mi, sonra çay mı kaynamadı, güveçde fasulye mi pişmedi, içinde patatesli oturtmalar mı olmadı, sıcak şarap mı yapılmadı, neler neler. Yemekden sonra soba başı sohbetleri, bir kedi gibi gevşeme hali, önüm sıcak, arkam soğuk halleri pek değişikti. Çocukluğumdaki anneannemin evindeki sobalı günler aklıma geldi.